29 Mart 1992
TV ekranı affetmez…
BELİNİN ortasıyla oturduğu koltuğuna gömülüp, ayaklarını ise sehpanın üzerine uzatarak, oturuyor mu, yatıyor mu belli olmayan görünümüyle ve... Yan odada dünya yıkılsa kılını bile kıpırdatmayacağı umursamaz tutumuyla bir televizyon seyircisi, yeryüzündeki canlı türleri içinde en hoşgörülü olanıdır ama...
Gözlerini ayırmadan diktiği ekranda, yıllardır karşı karşıya oturup, tek yönlü de olsa bir dostluk ilişkisi kurduğu sunucunun bir hatasını yakalamaya görsün.
Dünyanın en hoşgörülü bu canlısı, göz açıp kapayıncaya kadar bir süre içinde karakter değiştirir, bir anda dünyanın en bağışlamasız canlısı oluverir çıkar.
Bir spor spikerinin, yıllar önce ağzından fırlamasını engelleyemeyip, mikrofona kaçırdığı
“Vay anasını sayın seyirciler” coşkusunu bugüne değin hangi seyirci bağışlamış ve unutmuştur?
Radyo ve televizyonlarımızdaki birçok spor spikerine önce
“hoca”lık yapan sonra yöneticilik yapan, daha sonra da herbirini meslekdaşı yapan ünlü
Aydın Köker bile doksan dakika boyunca örnek bir yetenekle naklettiği bir maçı, son saniyede ağzından kaçan fakat dinleyicisinin gözünden kaçmayan bir dil sürçmesiyle, hakemi önce
“düdüğüne baktırtarak" sonra da ona “
saatini çaldırtarak” bitirtmiştir.
Aydın Köker hocanın
“... Ve doksanıncı dakikayı tamamladığımız şu anda, hakem de düdüğüne baktı ve saatini çaldı" dil sürçmesi, tüm bağışlanmamışlığının yükünü yıllar boyu çektirdiği bir sırta, bugün de aynı hatanın
“müebbed cezasını” çektirmektedir.
Televizyon seyircisinin
“hata bağışlamayan” katı tutumunun
“hedef tahtası” televizyon sunucusu ise bir tebessümü bile saygısızlık sayan, belirli bir terbiye anlayışının katı kalıpları arasına sığışmak zorunda kalıyor.
Bu sığışma çabaları da zaman oluyor, böylesi katılıktaki terbiye kalıplarının herhalde eklem yerlerinden sızıveriyor ve...
Adına da,
“milyonlarca kişinin karşısında işlenmiş hata” deniliyor.
Şimdi şükürler olsun videoya ve banda. Televizyonculukta
“cankurtaran simidi” olarak baş tacı mevkiine oturtulan video aygıtı ve video-bandı sayesinde ekrana hata yansımıyor artık.
Çekim sırasında yapılan tüm hatalar çünkü
“kol kırılır, yen içinde kalır” formülüyle tek tek ayıklanıp, yok ediliyor.
Televizyonumuz, henüz video kullanmaya başlamadığı o emekleme yıllarında yayınlarını, bugünkü gibi bandlı değil, o günkü gibi
“canlı” ve tabii biraz da
“hatalı” yayınlıyordu.
“Haberler" dışında hemen hemen tüm canlı programların, olabildiğince az hatalı ya da olabiliyorsa eğer hiç hatasız yayınlanabilmesi için
"prova” yöntemi uygulanıyordu.
Canlı yayında yapılabilecek olası hatalar, prova çekimlerinde yapılıyor ve canlı yayında yinelenmemek üzere orada, işlendikleri provada bırakılıyordu.
Bizim meşhur
“Ankara'daki Meşhurlar” programını da canlı yayından üç dört saat önce titiz bir provadan geçiriyor ve elimizden, dilimizden gelebildiğince, canlı yayında az hatalı ya da hatasız bir biçimde sunmaya çalışıyorduk.
Kimi
“çok özel" konuklarımızın
“çok özel" durumlarını ise yayında yapılan hata sanılmasın diye, yayının başında açıklıyorduk seyircilerimize.
Tanınmış şair
Ümit Yaşar Oğuzcan'la
yaptığım röportaja da böyle bir açıklamayla başladım:
"Bu akşamki konuğumuz ünlü şair Sayın Ümit Yaşar Oğuzcan, bu özelliğini bilmeyenler için söylüyorum, kekemedir. Hatta kendi ifadesiyle söyleyeyim, Sayın Ümit Yaşar Oğuzcan, biraz ileri derecede kekemedir. Röportajımız süresince takıldığı kelimeleri söylemesinde, hatta atlamasında kendisine yardımcı olacağım.”
Açıklamamı yapıp, seyircilerin hoşgörüsüne sığındıktan sonra röportaja balıklama girdim.
Makineli tüfek ateşi soruları sormaya başladım ve...
Hayret! Karşı cepheden de makineli tüfek yanıtlarıyla karşılaştım.
“İleri derecede kekeme” Ümit Yaşar Oğuzcan'ın
kekemeliği bir anda yok oldu.
Tüm sorularımı dörtnala koşan bir at hızıyla yanıtlıyor, imrenilecek bir akıcılıkla konuşuyordu.
Seyircilerden biri ekrandan kafasını soksa ve
“Hani bu adam hem de ileri derecede kekemeydi?” diye benden hesap sorsa, verecek yanıtım olmadığı için bu kez ben kekelemeye başlayacağım.
Sanki canlı yayında bağışlanmaz hatalar üstüne yeni yeni hatalar yapıyormuşum gibi sıkıntılar içinde boğuluyordum. Bir dostuna
“merhaba"sını
bile en az dört beş taksitte söyleyebilen
Ümit Yaşar Oğuzcan ise yaşamında belki de ilk kez kekelememesinin sevinciyle coştu, coştu...
Kendini frenleyemedi, coştukça konuştu, konuştukça coştu. Ve coşkusundan, televizyon stüdyosunda yapılmaması gereken bir şey yaptı:
Cebinden sigara paketini çıkardı, bana bir sigara teklif etti.
Zaten şaşkınlıklar içindeydim, onun bu hareketi karşısında daha da bir şaşkınlıklar içine girdim:
“Teşekkür ederim, almamayım' dedim.
Kendine bir sigara çıkardı paketten. Cebinden de kibritini çıkardı ve... Ooooh...
Apostol'un kahvesinde keyif çatıyor sanki...
Sigarasını fosur fosur içiyor, dumanlarını püfür püfür savuruyordu.
Ağzım sulanarak baktığımı görünce, paketine yeniden davrandı, yeniden ikramda bulundu:
"Hiç içmiyorsun sanmıştım ama şimdi hatırladım içiyorsun” dedi
"Yaksana bir tane de
sen, canım...
Kibarca geri ittim sigara paketini:
“Çok teşekkür ederim, fakat..." dedim
“Babamın önünde içmiyorum."
Ümit Yaşar Oğuzcan başını dört yana çevirdi ve stüdyoda babamı aradı gözleriyle:
“Hani nerede baban?” dedi
“Göremiyorum."
Karşımızdaki üç objektiften birini işaret ettim:
“İşte şu objektifin uzanıp gittiği, uzun ince yolun sonundaki ekranın karşısında” dedim
“Biz onu göremiyoruz ama o bizi görüyor.”
Pek çok keyiflendi bu espriden
Ümit Yaşar Oğuzcan.
“O uzun ince yolun sonundaki bir başka ekranın karşısında da Sayın Başbakan Süleyman Demirel var değil mi?" dedi.
“Herhalde" dedim
“Umarım seyrediyordur bizi."
Ümit Yaşar, kesin konuştu:
“Biliyorum, biliyorum seyrediyor” dedi
“Bu program için Ankara'ya geleceğimi duyunca, akşama davet etti beni.”
Başbakan Demirel demiş ki:
“Nassolsa programı seyredeceğim. Bittikten beş takke, bilemedin on takke sonra gelmiş olursun, nassolsa..." demiş.
Ümit Yaşar Oğuzcan, sular seller akıcılığında konuşuyor olabilmesinin coşkusuyla bir yandan sigarasını keyifle tüttürürken, kuşkusuz aynı coşkunun inanılmaz etkisiyle ekranı özel bir işi için de kullanmamı istedi benden:
“Sayın Demirel’e buradan bir not verebilirsen çok memnun olurum" dedi
"Program bittikten beş dakika sonra yanında olacağımı bekliyordu. Galiba biraz gecikeceğim, on dakika filan sonra orada olabileceğim.”
Başbakan Demirel'e
mesajını nasıl olsa vermişti. Onu hatırlattım.
“Olsun” dedi
“Fakat sen resmen bildirmiş olursan daha iyi olur.”
Zaten programın sonuna gelmiştik Seyircilere
“iyi akşamlar” dileklerimi sunduktan sonra konuğumun isteğini de yerine getirdim:
“Kusura bakmayın Sayın Başbakan,
Beş dakika geç kalacak Ümit Yaşar Oğuzcan...” dedim ve programı bitirdim.
Ümit Yaşar Oğuzcan birden yerinden fırladı, kollarını boynuma doladı:
“Şairle konuşa konuşa, sen de şair oldun, bak" dedi
“Nasıl da buldun, yerleştirdin o kafiyeyi...”
Ümit Yaşar Oğuzcan'ın
kekelemeden söyleyebildiği son iki cümlesi, bunlar oldu.
Programın
“çok çok güzel olmasından ötürü" tüm içtenliğiyle beni kutlamak isterken de sözlerinin birbiri arkasından aynı akıcılıkta geleceğini sandı ama olmadı.
Kamera karşısı heyecanının giderek sakinleşmesiyle birlikte, konuşmasının akıcılığı da giderek yok oldu. Yine kekelemeye başladı:
“Ço-ço-ço-çok gü-gü-gü-gü- güzel bi-bi-bi-bir pu-pu-pu...”
Ben yardım ettim:
"Program” dedim.
O devam etti:
"Program o-o-o-o-oldu" dedi.
Onun hece hece, nefes nefese söylediklerini bir solukta özetleyeyim:
"Programın başarısının da, güzelliğinin de tek nedeni, akıcılığı" imiş. Bu görüşünü açıkladı, hece hece kekeleyerek…
Gerek gazetelerde, gerek televizyonda bugüne değin röportaj yaptığım yüzlerce kişinin büyük bir bölümü, kimi halkının karşısına çıktığı için, kimi görüşlerini herkese duyurabilme olanağına kavuştuğu için, heyecanlanmışlardır, sevinmişlerdir, mutlanmışlardır ama...
O yüzlerce kişinin içinden biri bile, özellikle ekranda
Ümit Yaşar Oğuzcan kadar heyecanlanmamıştır, onun kadar sevinmemiştir, onun kadar mutlanmamıştır.
Halkının karşısına çıktığı, görüşlerini herkese duyurabildiği bir akşam değildi sadece o akşam, onun için...
Tüm yaşamında, kekelemeden konuşabildiği o unutulmaz yirmibeş dakikanın yer aldığı akşamdı da o unutulmaz akşam,
Ümit Yaşar Oğuzcan için...
Gözünden hiçbir hata kaçırmayan, yakaladığı hatayı ise hiçbir zaman bağışlamayan televizyon seyircisi, kendine sorarsanız
"herşeyi gören, herşeyi bilen adamdır" ama...
Kameralar arkasında meydana gelen böylesi duygusal olayların ekrana yansıyan sonuçlarına bakıp da, özünü göremediği olayın elbette nedenini de bilememektedir.
Kimi görüntüler ise tümüyle yanlış izlenimler uyandırır seyircide.
Zaman olur, görüntüye kanıp, can dostu iki kişiyi kolaylıkla can düşmanı iki kişi bile sanabilir.
Değerli halk insanı, ünlü ressam, fotoğrafçı ve röportaj yazarı
Fikret Otyam'la 1970 yılında yaptığım televizyon röportajını seyreden seyircilerin büyük bir bölümü,
Otyam’la
beni o günlerde can düşmanlarız sanmışlardır.
Oysa
Otyam’la ben, o günlerde de, bu günlerde de hep, can dostları olmuşuzdur, can dostları kalmışızdır.
"Ankara’daki Meşhurlar" programında canlı olarak yayınlanacak röportajımızın provası sırasında da can dosttuk ve bu can dostluğumuza sığınarak ufak bir şaka yaptım
Otyam’a.
Katır sırtında
Nemrut Dağı’na çıkarken verdiği bir mola sırasında çekilen fotoğrafı gelmişti ekrana.
Otyam, fotoğrafla ilgili bilgi verdi:
“Nemrut Dağı’na çıkarken verdiğim bir mola anını gösteriyor bu fotoğraf” dedi
“İki küçük rehberim, ben ve katırım görülüyoruz.”
Fotoğrafın bir yanında
Otyam, öte yanında da katırı duruyordu.
Nasıl olsa provadayız ya... Nasıl olsa
Otyam’la can dostuz ya... Şakanın tam sırasıydı:
"Sağdaki sizsiniz, değil mi?" diye sordum saf saf.
Fikret Otyam'ın
"por” sesiyle beklediğim kahkahası
"booom” gürültüsüyle patladı ve makineli tüfek ateşi gibi kesik kesik ve durmaksızın devam etti.
Bir dakika, iki dakika, üç, dört, beş dakika bekledik,
Otyam'ın kahkahası geçmedi. Altı, yedi, sekiz dakika geçti. I-ıh...
Otyam’ın kahkahalarında hala bir tempo yavaşlaması yok.
Onuncu dakikayı da geride bıraktığımızı görünce, işin renginin değişir gibi olduğunu da gördük.
Teşhis etmek için doktor olmaya gerek yok.
Fikret Otyam kesin bir gülme krizine tutulmuştu ve bir türlü atlatamıyordu bu krizi.
Bina içine kabloyla kapalı devre yayınlanan provayı ve tabii
Otyam’ın gülme krizini de odalarındaki ekranlardan izleyen
TRT yöneticileri birbirleri ardısıra stüdyoya inmeye başladılar.
Bir yönetici
“Doktor çağıralım" diyor, televizyon binasında olay çıkmasını istemeyen bir başka yönetici ise
“Cankurtaran çağırsak da, hastanede baksalar durumuna” biçimde akıl veriyordu.
Birkaç yönetici ise gözlerini bana dikmişler,
“Seni gidi katil, seniii” diyen bakışlarıyla beni suçluyorlardı.
İmdadımıza yine, programımızın yapımcısı ve yönetmeni
Ayla Erdemli yetişti.
Stüdyoya fırtına gibi girdi ve konukluğuna filan bakmayıp,
Fikret Otyam’a asker gibi emir verdi:
“Lütfen sağ elinizin başparmak tırnağına bakınız, Fikret Bey” dedi
“Tırnağınıza dikkatlice bakın ki, gülmeniz hemen kesilsin.”
Otyam emri uyguladı, sağ elinin başparmak tırnağına dikkatlice baktı ve... Hayret! O an kesildi gülmesi.
Ayla Erdemli sadece provadaki krizi gidermekle kalmadı, canlı yayında meydana gelebilecek olası bir krizin de önlemini aldı:
“Yayında aynı tehlikeyle karşılaşabiliriz” dedi
“O nedenle bu fotoğrafı kullanmayacağız.”
Yayında
Otyam’la ben de kendi özel önlemlerimizi aldık. Göz göze geldiğimizde bu kez ikimiz birden gülme krizine tutuluruz korkusuyla, canlı röportajımızı birbirimizin gözlerine bakmadan yaptık.
Bu önlemimizde ikimiz de o kadar ileri gitmişiz ki... Göz göze gelmeyelim derken, birbirimizin yüzüne bile bakmadan konuşmuşuz tüm program boyunca.
Ve bu görüntümüzle seyirci üzerinde
“iki can düşmanı” izlenimi uyandırmışız.
Televizyon seyircisi, belinin ortasıyla koltuğuna gömülür, ayaklarını sehpanın üzerine uzatır ve sanki dünyayı umursamıyormuş gibi bir görünümle ekranın karşısında yerini alır ya...
Hayır... Yerini değil, mevziini alır ya...
İşte o mevziinden yakalar,
"Vay anasını sayın seyirciler” coşkusunu ağzından kaçıran spikeri...
O mevziinden yakalar,
“Hakemi önce düdüğüne baktırıp, sonra saatini çaldıran” spikeri…
Fakat asla farkına bile varamaz kamera arkasında olup bitenlerin.
Çünkü her televizyon seyircisi, kendine sunulanla ve kendine sunulduğu kadarıyla yetinmek zorundadır ve...
Galiba bunun bile farkında değildir.
Etiketler:bant yayın, canlı yayın, Fikret Otyam ve kahkaha krizi, hakem, hakemin saati, kekeme, Radyo ve televizyon, seyirci, spiker, TRT, Ümit Yaşar Oğuzcan