01 Kasım 2012
Emir Fatihoğlu’nun Anısına…
Cennet olası mekanında ışıklar içinde yatmasını dilediğim merhum dedesi bağışlasın, Silivri’deki hücresinde ayakları üstünde durmasını dilediğim babası hak versin, ben Emir’in soyadını Fatihoğlu olarak yazacağım yazımın başlığında...
Onun da hakkı var çünkü baba mirası, baba onurunda...
Siz onu tanıdığınızda, biliyorum, bir insan yüreğinin taşıma gücünün çok üstünde bir üzüntü duydunuz. O nedenle en yakınınızdaki kişilerle paylaşmak istediniz bu üzüntünüzü.
Şimdi de ben, onu tanıdığımda duyduğum sevincimi, coşkumu, mutluluğumu paylaşmak istiyorum sizle.
Çünkü bunca üzüntümün üstüne bir de, onu tanıdığımda duyumsadığım sevgim, sevincim, mutluluğum çok ağır geliyor yüreğime .
***
Birbirimizle tanışmadan önce, annesi tanıtmıştı beni ona.
Elimi sıkarken, o da adını ve soyadını söylemişti:
“Emir Hilmioğlu” demişti.
Elini bırakmadan yanaklarını öperken, kulağına hafifçe yeni bir soyadı önerimi fısıldamıştım:
“Sen de Fatihoğlu yapabilirsin soyadını” demiştim.
Önerimin derinliğindeki güzelliği anında görmüştü. Gözlerinde yeni bir parıltı, yüzünde bir gülümseme oluşmuştu.
“Teşekkür ederim” demişti.
“Fatihoğlu soyadı” önerimin onun yüzünde gülümseme oluşturan güzelliğini size de söyleyeyim:
Emir’in merhum dedesinin adı, Hilmi Soydan’dı. CHP Kahramanmaraş Senatörü’ydü. Türkiye’nin silah atış poligonuna dönüştürüldüğü 1978 yılında Kahramanmaraş’ın Elbistan ilçesinde bir suikast sonucu tabancayla vurularak öldürülmüştü. Hilmi Soydan’ın Hacettepe Tıp Fakültesi’nde öğrenim görmekte olan 24 yaşındaki oğlu Fatih Soydan, o yıldan sonra soyadını değiştirmiş, adlarına eklediği “Hilmioğlu” soyadıyla ortak servetleri baba mirasını hakça paylaştığı ailesinin tüm bireyleriyle ayrıca, baba mirası onurlu adlarını da aynı sorumluluk ve özenle sürdürmeye başlamıştı.
* * *
Silivri Cezaevi’nin ziyaretçi girişindeki kafeteryada, “Çarşamba görüşmesi” saatimizin gelmesini beklerken, kimbilir kaçıncı çayımızı içmekte olduğumuz sırada, annesi öğretmen Nuran Hilmioğlu, “Silivri’de geçmek bilmeyen zamanı” geçirmek için olsa gerek, bir ara tatlı tatlı çekiştirdi beni oğluna:
“Öğrencilik günlerimizde az gözyaşı döktürmedi bize” dedi.
Sonra bana döndü:
“Kıbrıs savaşında tutsak alındığınızda silahların karşısında ‘Memleketim’ şarkısını söylemeniz az ağlatmamıştı bizi burada, televizyon ekranı karşısında...”
Nuran Hilmioğlu’nun aylar önce orada söylediği bu sözler, şimdi burada, onla kucaklaştığım bu anda yine belirdi gözlerimin önünde.
Kırk yıl kadar önce televizyon ekranı karşısında gözyaşı döken “ortaokul öğrencisi”, şimdi başını dayadığı omuzumda, “yiğidi aslanı, oğlunu yitirmenin kişiyi paramparçalayan acısı, nefes aldırmamacasına boğazlayan çaresizliği içinde bir anne” kimliğiyle ağlıyordu.
Onun ve eşinin acısını paylaşmak için evlerine geldiğimde, kendisi başka bir odada, dostları ve acısıyla başbaşaydı. Fatih Hilmioğlu, salondaydı; çevresini kucak kucak dolduran dostları arasındaydı.
Dostların kanepede oturanları kalktılar, onun yanına oturma sıralarını bana verdiler. Böylesi kapkara bir ortamın ağırlığı altında ve böylesi acımasız duyguların ezikliği içinde bir “ağabey-kardeş” ne konuşurlarsa, biz de onları konuştuk Fatih Hilmioğlu’yla.
Bir süre sonra salona gelen Nuran Hilmioğlu’yla kucaklaşmamız ve sabır dileklerim bitince, ben de ona bıraktım kalktığım yerimi. Evladını yitiren anne ile evladını yitiren baba yanyana oturdular. Biri sağına, öteki soluna uzattı ellerini. İki el, ikisinin tam ortasında buluştu ve orada, o anda bir bütün oluşturdular.
Evladını yitirmiş bir anneyle, evladını yitirmiş bir baba, sımsıkı sarıldıkları elleriyle bir yandan kendilerine bir teselli aramaya çalışıyorlar, bir yandan da, biri evladını yitirmiş bir babayı, biri de evladını yitirmiş bir anneyi teselli etmeye çalışıyorlardı.
Öylesine sımsıkı sarılmıştı, öylesine bir bütünlük oluşturmuştu ki elleri, dünyanın gelmiş geçmiş hiçbir kılıcı bölemez bu bütünlüğün sağlamlığını sanırdınız... Ve benim gibi siz de yanılırdınız...
Çünkü... Gece yarısına doğru bir el uzandı evladını yitirmiş babanın koluna...
“Devletin eli, bu” dediler...
Önce, elini “kopardı” evladını yitirmiş annenin elinden, “devletin eli”... Sonra teselli kaynağından koparttığı evladını yitirmiş babayı, teselli alamayan ve veremeyen koluyla birlikte, giderek genelleşmeye yüz tutan cezaevine gitmek üzere kapıdan çıkardı.
“Yarın öğle namazında cenazemiz var. Umarız yetiştirirsiniz” diyerek devletle alay etti içimizden biri.
Ve kırk kadar yıl önce, tuzağına düşürüldüğümüz düşmanın üzerimize çevrilmiş namluları karşısında arkadaşlarımla birlikte gururla göğsümüzü kabartarak “Bir başkadır benim memleketim” şarkısını söyleyen ben, kendimi ihbar ediyorum, yaşamımdaki en yeni arkadaşım merhum Emir Fatihoğlu’nun cenazesinden bir gün öncenin gece yarısında, bu kez utançla başımı öne eğerek, “Bir başkadır benim devletim” diye mırıldanarak döndüm otel odama...
Etiketler:Emir Fatihoğlu, Emir Hilmioğlu, mete akyol