Büyük Atatürk’ün büyük özellikleri içinde en büyük özelliği, “yalan söylememiş” olmasıdır. Bu özelliği bir yana o, yaşamı boyunca yalan söylemeye gereksinim bile duymamıştır, yalan söylemeyi aklının ucundan bile geçirmemiştir. Çünkü yaptığı her işi, Türk Milleti’nin yararına olduğuna inandığı ve yararına olduğunu bildiği için yapmıştır.
Çanakkale’de askere, “Size ölmeyi emrediyorum” buyruğunu verdiği anda bile doğru olduğuna inandığı, doğru olduğunu bildiği yolunu ve sözünü saptırmamıştır. Onun için alnı da her zaman tertemizdi, vicdanı da her zaman tertemizdi.
Türk ulusu, Atatürk’ün kendisini aldatmadığına inandığı için onunla bütünleşmiş, ona güvendiği için Kurtuluş Savaşımız’ da onunla omuz omuza savaşmış, Cumhuriyetimiz’ in ve devletimizin kuruluşunda da onun için, onunla adım adım yürümüştür.
***Atatürk’ün varlığının Türk ulusu için büyük bir talih olduğu yadsınamaz. Fakat Türk Ulusu’nun içindeki belirli bir kesimin varlığının da, Atatürk’ün büyük talihsizliği olduğu yadsınamaz. Cumhuriyet’in ilk günlerinde, çıkarabildikleri seslerine bakarak “bir avuç” ölçeğiyle boyunun ölçüsünü saptadığımız bu kesim, “halkın, halk tarafından, halk için yönetildiği” sınırlarıyla bize tanıştırılan demokrasi döneminin rehaveti içinde sesini yükseltebildiğinde, önce dilini Atatürk’e kadar uzatabilmiş, sonra elindeki taşı Atatürk’e kadar fırlatabilmiştir.
Türkiye’de demokrasi döneminin ilk yıllarında çıkarılan ve bugün de yürürlüğünü sürdürmekte olan “Atatürk’ü Koruma Kanunu” adlı yasanın varlığı, hem Atatürk dönemi gençliğinin, hem bugünün gençliğinin alınlarındaki “ Görevini kullanmamak” suçu damgasıdır. Ulusuyla omuz omuza vererek düşmandan kurtardığı vatanında, o ulusunun içindeki düşmanlarından kendisini koruyabilmek için yasa çıkarmak zorunda kalmamızı da, alınlarımızda bu suçun damgasını taşıyor olmamızı da o iyi ki görmedi, iyi ki duymadı.
Atatürk’e karşı çıkan “o zamanların bir avuç” kişisinin ortak özelliği, halkın dinsel inançlarını kendi kişisel çıkarları için kullanmalarıydı. Martin Luther’in, Galilei’ nin, Kopernik’ in karanlık ortaçağ Avrupası’nı “din tacirleri” nin egemenliğinden kurtarmak için gösterdikleri cesaretin aynını Atatürk, Türk halkını ve İslam dinini bizdeki “din tacirleri” nin egemenliğinden kurtarmak için göstermiştir. Cumhuriyet Türkiye’sini, “millet iradesi” dediğimiz, milletin aklı ve kararı doğrultusunda yönetmek için Atatürk, Türk ulusunu öncelikle bu çıkarcı kesimin egemenliğinden kurtarmış, sonra da Cumhuriyeti, değiştirilemez, hatta dokunulamaz bir sur gücündeki laikliğin koruması ve güvencesiyle çevrelemiştir. Kimi kişilerce yüzeysel tanımıyla din ve devlet işlerinin birbirlerine karıştırılmaması olarak bilinen laikliğin özündeki ve kökündeki anlam, değiştirilemez “inanç” kavramı ve insanı insan yapan “akıl ve düşünce gücü”nün birbirlerinden ayrı tutulmalarıdır.
Kişisel çıkarcı o kişiler, işte bu “egemenlik” lerine son verdiğinde ilk kez o zaman Atatürk’e karşı çıkmışlar, “Dinimizi yasaklıyor” diyerek ona iftira etmişler, halka yalan söylemişler ve… Ne çok, ne çok, ne çok üzücüdür ki, onlar bu ülkede, bu yalanlarına inanacak cahil kişiler de bulabilmişlerdir. O günlerde filizlenen ve her geçen yıl giderek dal budaklaşan “yalan söylemek” ve “söylenilen yalana inanmak”, günümüze ulaştığında Türkiye’nin sorunlar listesinin ilk iki sırasına yerleşmiştir. Sorumlu konumdaki kişiler yalan söylemekten vazgeçtiklerinde ya da büyük bir kesimimiz onların yalanlarına inanmamayı öğrendiklerinde Türkiye, yalnızca çok önemli bu iki sorunundan kurtulmuş olmakla kalmayacaktır, bu sorunların neden olduğu irili ufaklı tüm sorunlarından da, kendini ve vicdanını temizlemiş olacaktır.