1950’li yılların ilk bölümünde Tarsus’ta yatılı lise öğrenciliğim sırasında “yerel velim” olarak dört yıl boyunca tüm öğrencilik sorumluluğumu yüklenen bir baba dostumun, uzun süredir yurtdışında yaşayan oğlunu ziyaret ettim.
Cenevre’deki bürosunda ilk kez o gün birbirimizle yüzyüze de tanıştığımız eski velimin oğlu, o yıllarda da Türkiye’nin önde gelen bir işadamıydı ama…
İşiyle ilgili olarak hakkında açılan bir dava nedeniyle Türkiye’ye dönmüyor, işlerini kendi isteği ve kararıyla kaldığı İsviçre’den yönetiyordu.
Akşam yemeğine çıkmadan önce beni, birlikte konuştuğumuz iki çalışma arkadaşıyla bıraktı; kendi, iki salon büyüklüğündeki bu çalışma odasının, bize en uzak bölümündeki telefonla konuşmaya gitti.
“Her akşamüstü bu saatlerde, eviyle konuşur o telefonla” dedi arkadaşlarından biri.
Üçümüz de kendimizi, salonun o bölümüne sağırlaştırdık, kendi aramızdaki konuşmamızı koyulaştırdık. Fakat bir süre sonra da, gözlerimizi oraya dikmekten kendimizi engelleyemedik.
Türkiye’nin o sayılı işadamı bir yandan telefonda konuşmaya çalışıyor, bir yandan da içini çeke çeke ağlıyordu.
Ben o an, onun yanına gitmemiz gerektiğini belirten bir hareketle yerimden kalkmaya hazırlandım, fakat yanımdaki iki arkadaşı kollarımı bastırarak, oturmamı söylediler:
“Şimdi çocuğuyla konuşuyor” dediler. “Önce eşiyle konuşur, sonra sıra çocuğuyla konuşmaya gelince kendini tutamaz, işte böyle içini boşaltırcasına ağlar, hep…”
“Her akşam mı?”
Her akşammış… Her akşam aynen böyleymiş…
“Peki, ailesi neden taşınmıyor buraya?”
Onların yurtdışına çıkışları yasakmış.
Ortamın yumuşadığı birkaç saat sonra, okul velimin oğluna sordum:
“Dayanılır mı hasretin böylesine?” dedim. “Gelseniz memlekete, iki, bilemediniz üç ay dişinizi sıksanız, davanız görülse, yargılansanız, tüm sıkıntılar bitse…”
Sorumun tek olumlu yanı, karşımdaki üç kişinin aynı anda, aynı tonda attıkları kahkahaları oldu.
“Ne diyorsun, ağabey?” dedi ünlü işadamı. “Bir evrakın adliye binasının birinci katından ikinci katına üç yılda gelebildiği bir memlekette kim kabul eder mahkemeye çıkmayı, kim dikilir hakimin karşısına ‘yargılayın beni’ diye?..”
Otuz yıl boyunca bu sözler aklıma geldikçe kendi kendime hep söylendim:
“Geçmişte nasıl bir memlekette, nasıl bir ortamda yaşamışız meğer, biz…”
* * *
O günden tam otuz yıl sonra, geçen yıl, 2013’te Silivri’de, sayısını bilemeyeceğim denli çok evrakın, süresini hesap edemeyeceğim denli uzun bir zaman diliminde doldurduğu bir dosya eşliğinde, sonunda “lütuf bahşedilircesine bir naz ve niyazla” gönderildiği Adli Tıp Kurumu’nda, İnönü Üniversitesi’nin eski rektörü, Başkent Üniversitesi’nin anabilim dalı başkanlık kürsüsünde beklenen öğretim üyesi ve son sıfatıyla “ben yaptım oldu Silivri sanığı” Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’nun orada görevli meslektaşlarına söylediği şu sözler duruyor hala, beynimin kıvrımları arasında:
“Siz, Kadın Doğum uzmanısınız… Siz, Ortopedi uzmanısınız… Siz, Çocuk Hastalıkları uzmanısınız… Siz, siz, siz… Hepinizin kim olduğunuzu biliyorum, benim hastalığım konusunda hiçbirinizin hiçbir bilgisi olmadığını da biliyorum. Ayrıca burada görevlendirilmenizin nedenini de çok iyi biliyorum.
O nedenle, usulen de olsa, muayene ediyormuş gibi yaparak beni de, kendinizi de boş yere yormayın ve… Görevinizi yapın, sizden istenilen raporumu, istenildiği biçimde yazın, imzalayın ve bir an önce bitirin şu komediyi…”
Prof. Hilmioğlu’nun tarihsel bir belge özeniyle yalnızca benim koruma sorumluluğuma “emanet” edilen bu sözlerini, “zamanlama ve manidar özelliği” nedeniyle ilk kez şimdi sizle paylaşırken, otuz yıl önce mırıldandığım sözcükler yine kıpırdanıyor dudaklarımda:
“Dün kadar yakın geçmişte bile, nasıl bir memlekette, nasıl bir ortamda yaşamışız meğer, biz…”
* * *
Cumhurbaşkanı’nın, bugün diyebileceğimiz denli yakın bir zamanda, 20 Ocak 2014’te söylediği şu sözlerini halkımız, umarım ve dilerim, henüz unutmamıştır:
“İleri yaşta, ayrıca bir de rahatsız olan bazı mahkumlar ve yargılananlar var. Bunlara hep insani olarak bakıyorum ve bunlar eminim ki hepimizi çok rahatsız ediyordur. Bunlardan birisi de Sayın eski rektördür.
Tabii ki bir an önce bu tip dosyaların önüme gelmesi gerekiyor.
Kamuoyu şöyle zannediyor; Cumhurbaşkanı istediğini re’sen affedebilir, benim böyle bir yetkim yok. Benim yetkim belli bir prosedürden sonra adli tıp vasıtasıyla benim önüme dosyalar gelirse, ancak o zaman devreye girebiliyorum.
Bu bakımdan gerek hasta olanların gerekse yaşları çok ilerlemiş olanların dosyalarının bir an önce önüme gelmesini arzu ediyorum, ki ben de o zaman üstüme düşeni yapayım. Bu konunun hızlandırılmasıyla ilgili, çalışmaların titiz yapılmasıyla ilgili talimatlarım oldu.”
Bu demecinin satırlarında kullandığı sözcükleriyle ve satır aralarında kullanmadığı sözcükleriyle Cumhurbaşkanı’nın, sanki çaresizlikle yetkili kişilere yaptığı “Acele edin, elinizi çabuk tutun” çağrısını dinledikçe ve tekrar tekrar okudukça, otuz yıl önceki sözcükler dudaklarımda yine kıpırdanmaya başlıyorlar:
“Nasıl bir memlekette, nasıl bir ortamda yaşıyoruz biz, bugün…”
Etiketler:Adli Tıp Kurumu, baba dostu, Başkent Üniversitesi, Cenevre, Çocuk Hastalıkları uzmanı, Cumhurbaşkanı, İnönü Üniversitesi, İsviçre, Kadın Doğum uzmanı, mahkeme, muayene, Ortopedi uzmanı, Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu, silivri, Tarsus, yatılı lise, yerel veli