İkinci adımda, kolluk güçlerinden, savcılardan, yargıçlardan oluşturdukları ve adına “yargı” dedikleri devler gücünde bir ordu oluşturdular. Üçüncü adıma gelindiğinde sıra da, bu özel silahların tümünü, bu özel ordunun eline vermeye gelmişti. Şimdi sırada, “atış serbest yetkisi”nin tanınması ve atışların yöneltileceği hedefin gösterilmesi vardı.
O sıralar da tek tek aşıldı; “atış serbest yetkisi” tanındı, hedef gösterildi: “Hedefiniz, işte bu adamdır” denildi. Silahlardan söz ediyoruz, ordudan söz ediyoruz, emir vermekten, hedef göstermekten söz ediyoruz, ama… Bir savaş alanında değiliz; burası bir mahkeme salonudur. Yargıç giysilerine dürümlendirilmiş kişilerin karşısında duran kişi ise, onlara gösterilen hedeftir.
Hukuk sözlüğünde sıfatı “sanık” olmasına karşın, savcı da, yargıçlar da, avukatlar, hatta duruşmayı izleyenler de, onu bir “sanık” olarak değil, bir “suçlu” olarak görüyorlar. Çünkü burası, yargıçların yargıç, sanıkların sanık olarak kabul edildikleri, bildiğimiz mahkemelerden biri değildir; burası, kendine özgü bir özelliğe sahip, “hususi selahiyetli” ve “kişiye özel” bir mahkemedir. Bildiğimiz mahkemelerde yargıç karşısına çıkarılan kişinin, kaç kişiyi öldürdüğüne bakılmaksızın, mahkemenin kararına kadar “sanık” olarak kabul edilmesinin aksine, böyle bir mahkemeye getirilen kişi ise, yaşamının daha önceki bölümünde hangi makamın ya da rütbenin sahibi olduğuna bakılmaksızın, yargıcın karşısına çıkarıldığı anda, bir “suçlu” olarak görülmektedir.
Duruşmayı izleyenler, fısıltılarla birbirlerine sorular sorarak meraklarını giderecekleri bir yanıt arıyorlardı: “Ne yapmış da suçlu sayılacak kadar bir suç işlemiş bu adam?” Sorularına yanıt da fısıltıyla geliyordu: “Birşey yapmamış, bir görüşünü açıklamış…” “Ama herkes görüşünü özgürce açıklayamaz mı?” “Herkes görüşünü özgürce açıklayabilir ama… Herkes ancak, din büyüklerinin söylediklerine ters düşmeyecek görüşlerini özgürce açıklayabilir…” “Peki sanık sandalyesindeki bu suçlu ne demiş ki?” “Benden duymuş olma ama… ‘Dünya dönüyor’ demiş.” “Üfff… Böyle bir söz de söylenir mi canım? Papalık da, kilise de küplere binmiştir öfkeden?...”
“Elbette… Boşuna mı kurdular sanıyorsun 'hususi selahiyetli' bu engizisyon mahkemesini? Boşuna mı görevlendirdiler sanki, ‘hususi selahiyetli’ bu savcıları, yargıçları?...” “'Dünya dönüyor' diyen bu adam kimmiş? Ne iş yaparmış?” “Valla, kimi fizikçi diyor, kimi gökbilimci diyor… Galiba profesörmüş de…” “Adını biliyor musun?” “Onu da tam bilemeyeceğim… Galileo mu, Galilei mi, yoksa ikisi birden mi, çıkaramayacağım şimdi…” “Saat kaç?” “Ne saati, yahu? Yılı sor, yılı…” “Peki, yılı söyle o zaman… Yıl kaç?” “1633.” “Yani şu anda zaman, İsa'nın doğumunu 1633 yıl mı geçiyor?” “Nasıl da sulandırıyorsun böyle ciddi bir konuyu?” Şimdi siz sormadan, ben söyleyeyim durup dururken Karanlık Çağ'ın en karanlık noktasını anımsamamın ve anımsatmamın ne anlama geldiğini.
Geçen hafta Silivri Cezaevi'ne gittim. Kapıdaki görevli,“Hangi duruşmayı izlemek istediğimi” sordu. Ne seçeneklerim olduğunu öğrenmek istedim. “Balyoz var, Ergenekon var” dedi. “Hangisini izlemek istersiniz?”
Ergenekon Duruşması'nın yapıldığı salonda bel boyu yükseklikteki tahta parmaklıkla çevrili sanıklar bölümünde Mustafa Balbay'ı, Tuncay Özkan'ı gördüm önce. Parmaklarımızın iç bölümlerini öpüp, karşılıklı sallayarak öpüşmüş gibi yaptık, özlem gidermiş gibi olduk. Sonra çok eski bir tanıdığımla, ilk kez yüzyüze, gözgöze geldim. Yerimden doğrularak, ben ona dostça tebessüm ettim, başımla selam verdim, o da bana aynı içtenlikte tebessümüyle ve başından eksik etmediği kalpağıyla selam verdi. Yalçın Küçük'le “vicahen” tanışmamız da orada, böyle oldu.
Sanıklar bölümünün en ön sırasında, oradaki en eski dostum emekli orgeneral Hurşit Tolon oturuyordu. Birlikte, bir anda 1963 yılının Eğridir, Dağ ve Komando Okulu'ndaki teğmenlik günlerine gittik, geldik. Duruşma başladığında sanıklar, dizlerinin üstlerindeki dosyalarını karıştırıyorlar, ben de not defterime, kısa kısa notlar alıyordum:
“Yıl 1633… Sanık sandalyesindeki suçlunun adı, Galileo Galilei… Yaptığı iş, gökbilimcilik, fizikçilik… Suçu, kilisenin görüşüne ters gelen bir görüş ileri sürmek… Ne demiş, biliyor musunuz? Benden duymuş olmayın... ‘Dünya dönüyor’ demiş.”