14 Şubat 1993

“Adı Perihan”

  Akçakale ilçesinin Meşrefe Köyü’nde, köyün erkekleri beni karşılarına oturtup, toprak re­formunun kendilerini oyala­mak için icat edilmiş yeni bir hükümet oyunu olup olmadığı­nı öğrenmeye çalışırlarken... O da başını uzatmış, saman saplı toprak bir duvarın köşe­sinden merakla bizi izliyordu Kulaklarının arkasından inen örgüleri, birbirlerine içiçe kelepçelendirilmiş biçimleri­nin oluşturduğu upuzunluklarıyla omuzlarından bükülüyor, sırtından beline süzülüyordu. Kimbilir ne kadar süre önce örüldükleri için şimdi betonlaşmış bir sertlikteki bu örgülerin dışında kalan el değmemiş saç­ları ise, sağa, sola ve havaya savrulmuşluklarıyla, özgür bırakılmışlıklarının tadını çıkarıyorlardı. Farkına varıncaya kadar ge­çebilen kısacık bir sürede, iki üç fotoğrafını çekebildim arka arkaya. Fotoğraf makinesinin farkı­na vardığında ise, ancak bir si­lah namlusunun uyandırabile­ceği anlık bir ürpertiyle, başını duvarın arkasına çekebildi. Yanına yaklaştığımda ise, bir ceylan ürkekliğiyle duvarın dibine oturdu, dizlerini çenesi­nin altına çekti, kollarını çevre­sinden dolayıp, kavuşturdu. Köşeye sıkıştırılmış bir avın ürkek ve korkak solukları­nı alıyor, veriyordu. Karşısına çömeldim, saçla­rının zaten savruk bırakılmış bölümünü okşayarak, biraz da ben karıştırdım. “Adın ne, senin?” dedim. Gözlerimin içine kadar sok­tuğu ürkek bakışlarıyla bak­masını sürdürdü. Tek sözcük çıkmadı ağzından. Bu kez iki elimi birleştir­dim, iki elimin avuçlarından bir kucak yaptım, o kucağın içine aldım başını. “Dilini mi yedin yoksa sen?” dedim “Söylesene baka­yım... Adın ne senin?” Yanıma gelip, bir adım ar­kamda duran muhtara kaydır­dı bakışlarını. Gözlerinden “İmdat” çığ­lıkları fışkırtan çaresizliğine ondan yardım beklediği öylesi­ne belli oluyordu ki... Daha fazla yanıtsız bıraka­madı onun çığlığını, muhtar. Yanıma geldi ve çömelerek kendini benimle hizaladı: “Affedersiniz ama” dedi “Adı Perihan’dır, onun...” Bu kez kolumu doladım, Perihan’ın başının çevresine: “Bak, madem bir adın var­mış” dedim “O halde neden kendin söylemiyorsun adı­nı?...” Perihan'ın söylemek istedi­ği her şey, gözlerinin ürkekli­ğinde ve yüzünün acı çeken ifadesinde topluydu. Muhtar, yine ona yardım için, yine bana konuştu: “Kusuruna bakmayacak­sın, abim” dedi “Senin sorduk­larına cevap veremez, o...” Bir an için, sağır ve dilsiz olduğunu sandım Perihan'ın: “Duymuyor mu, konuşamı­yor mu?” dedim muhtara “Sa­ğır ve dilsiz mi yoksa?” Muhtar, sanki Perihan'ın bir kabahati varmış gibi, bir kez daha yineledi onun kusu­runa bakmamamı: “Mümkün değildir Türkçe anlayabilmesi, Türkçe konuşabilmesi” dedi “Çünkü bir tek Kürtçe bilir, bir tek Kürt­çe konuşabilir.” Bir Perihan’a baktım, bir muhtara baktım. Perihan, muhtarın da ne dediğini anla­madığı için, yine öyle duruyor­du. Muhtar ise, tümünü kendi başına yüklediği bir suçun ağırlığıyla önüne eğmek zorunda kaldığı başını bir türlü kaldıramıyordu. “Çok kusura bakmaya­caksın, abim” dedi bir kez da­ha “Biz büyükler, yukarı aşa­ğı bu durumda konuşuyoruz Türkçe’yi... Bunlar, yani bebeler... Bunlar hiç konuşamazlar Türkçe... Toplam durumu­muz, buralarda böyledir."   Urfa’ya o güne değin sanı­rım en az onbeş kez gitmiş­tim. Kış aylarında gittiğimde güneş benden kaçmış, hep ka­lın bir bulutun arkasına sığın­mıştı. Yaz aylarında güneş tepe­me çıktığında ise, bu kez hep ben kaçmıştım ondan, gölge­lik bir yer bulmuş, oraya sı­ğınmıştım. Uzun bir süreden buyana Urfa'da ilk kez o gün yıldızı­mız barışmıştı güneşle. O gün de, Perihan girdi güneşle aramıza... Ve günün güzelliği de, gü­neşin Nisan, Mayıs’lık dostlu­ğu da geldi, düğümlendi, kur­sağımda kaldı o gün orada, Meşrefe’de...   Meşrefe’deki o günden sonra Perihan'la, “karanlık oda”mın solgun kırmızı ışığı altında karşılaştım. Fotoğraf kartının üzerinde yavaştan yavaştan aldı yerini ve... Onu ilk gördüğüm anda­ki görüntüsüyle belirdi gözle­rimin önünde. Bir daha da gitmedi gözle­rimin önündeki kendine özgü o yerinden, bir daha da geçirt­medi kimseleri o kendinden başkasının olamayacağı yerine... Oysa kendi öylesine deği­şik yerlerde, öylesine değişik kişilerin gözlerinin önüne çık­tı ki... Gazetedeki köşemde, oku­yucularımın gözlerinin önündeki yerini aldı önce... Daha sonra, evimdeki çalışma masamın dayandığı duvarın üzerinde bir çerçe­veye ku­ruldu, o çerçevesiyle geçti karşıma. Daha daha sonra ise doya­madım, bir buçuk metre büyüt­tüm. gazetede­ki çalışma masamda, yanı ba­şıma yasladım onu. O yerinden Perihan'ın, yağlı boya çalışmasında sanat­çı Gülşen Saraçoğlu’na mo­dellik yaptığı günlerini de hiç unutmadım, unutmak isteme­dim. İlk kitabımın kapak sırtı­na geçip kurulduğunda ise, on bin evin, on bin kitaplığın rafından baktı öyküsünü oku­yan kişilere... TRT'nin sadece rahmetle değil, özlemle de anılan sanat programları yapımcısı Nesli­han Gence'nin yine özenli bir programında, milyonlarca kişiye sevdirdi kendini, televiz­yon ekranından... İngiltere'nin dünyaca bili­nen The Sunday Times gaze­tesinde kocaman bir yer alıp, kendini ve kişiliğinde tüm köylülerini dünya okuyucula­rının da karşısına çıkacaktı ama... Gazetenin yazı işleri mü­dürü McCrystal’ ın tüm ısrar­larına karşın, asla mesleksel kıskançlığım nedeniyle değil, fakat “Kol kırılır, yen içinde kalır” inancım nedeniyle izin vermedim, onun dünya oku­yucularının önünde görücüye çıkarılmasına... Perihan şimdi bir yandan, o bir buçuk metre büyütül­müş sızısı ve çaresizliğiyle, oturma odamızdaki köşesin­den evimin, ailemin yaşamını paylaşıyor... Bir yandan da, benimle yeni yeni ta­nışan konuk­larıma, salon­daki yağlı bo­ya yorumuy­la, kendini ta­nıtıyor...

Etiketler:, , , , , , , , , ,

YASAL UYARI: Bu sitede yer alan tüm içerik, METE AKYOL'a aittir. METE AKYOL'un yazılı izni olmadan, bu içeriğin kopyalanması, imzalı veya imzasız kullanılması, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

Menu Title