05 Ocak 1992

Allah’ın  Dediği  Olur

 
Sabah Gazetesi/Star Eki Haydi, İnönü’ye gide­lim... Aday listesini im­zalayacak..." Bir an düşündüm, he­men dudaklarımı bük­tüm:“Dokunma bana, sen kendin git Hüseyin ağabey” dedim. "Aday liste­sini imzalaması o kadar önemli bir olay değil ki... Bi­zim gazeteye girmez... Boş yere rahatsız etmeyeyim Paşa’yı...” CHP'nin o günlerdeki ya­yın organı Ulus gazetesinin foto muhabiri rahmetli Hüse­yin Ezer koluma girdi, beni sürüklercesine otomobile doğru götürdü. “Ben bir fotoğraf çeker, işimi bitiririm" dedi “ On­dan sonra da otururuz, Paşa'nın sütlü kahvesini içe­riz." İsmet Paşa’nın sütlü kah­vesi, İsmet Paşa’nın kendi gibiydi. Sıcaklıkları, yumu­şaklıkları ve tatlarından baş­ka dördüncü ortak yanları ikisinin de “dayanılmaz" ol­malarıydı. Yine dayanama­dım: “Haydi gidelim" dedim. Onunla, Pembe Köşk’ün kapısına vardığımızda Ali İh­san  Göğüş ve Nizamettin Neftçi'nin, "Ulus'tan gelecek fotoğ­rafçıyı” beklediklerini gördük. Ali İhsan Göğüş o günlerde­ki CHP'nin Merkez Yönetim Kurulu üyesi, Nizamettin Neft­çi ise, parti hukuk danışmanı idiler.. Ali İhsan Göğüş ve Pembe Köşk’ün kapı ziline bastı. Kapı­yı İsmet İnönü'nün kızı Özden Toker açtı ve Ali İhsan Göğüş'e hiç de hoşuna  gitmeye­cek bir haber verdi: “Paşa Babam uyuyor, Ali İh­san Bey. Sizi maalesef kabul edemeyecek.” dedi. Ali İhsan Göğüş, randevusu olduğunu hatırlattı ve Paşa’yla mutlaka görüşmesi gerektiğini söyledi. “Fakat Paşa Babam sizi ga­liba saat 2'de bekliyordu” de­di. “Kararlaştırdığınız saatte gelmediğinizi görünce de  (Ben yatmaya gidiyorum.  Beni saat beşe kadar uyandırmayın)  di­yerek, yatak odasına çekildi.” Saat tam iki buçuktu. Göğüş "Elimizde olmayan nedenlerden ötürü geç kaldık, Özden Hanım. Paşamızdan özür dileriz. Fakat bu listeyi saat beşten önce kesinlikle imzalaması gerekiyor." dediy­se de Özden Toker, Paşa kızı gibi değil, Paşasının bir eri gibi karşılık verdi: "Paşa Babamın emrine kar­şı hareket edemem" dedi. “Sa­at 17'den önce kendisini asla uyandıramam..." Partinin hukuk danışmanı Nizamettin Neftçi sözü aldı: “Özden Hanım, Sayın Paşa­mıza imzaya getirdiğimiz lis­te, partimizin aday listesidir. Sayın Paşamız, partimizin ge­nel başkanı olarak bu listeyi saat 5’ten önce imzalamazlar­sa, biz de Yüksek Seçim Kurulu'na teslim edemeyiz.  Biliyor­sunuz, seçimlere katılacak partiler, aday listelerini bugün en geç saat 5’e kadar Yük­sek Seçim Kurulu’na teslim etmezlerse önümüzdeki sena­to yenileme ve ara seçimlerine giremezler.” Özden Toker, işin ciddiyetini anlayınca. “Biraz bekleyin, ba­kalım" diyerek kapı önünden ayrıldı ve kısa bir süre sonra yeniden göründü kapıda : “Paşa Babam çok sinirlendi. Tavsi­yem, listeyi hemen imzalatıp yanından bir an önce ayrılmanızdır." dedi ve bizi içeri aldı. Üst kata çıkıp yatak odasına girdiğimizde İsmet İnönü'yü yatak odasındaki bir sehpanın karşısındaki koltukta, pijama­sının üstüne geçirdiği “oda ceketi" ile gördük. Kızgınlık ve kırgınlık şim­şekleri fışkıran gözleriyle, partisinin "randevu saatine uymayan” bu iki yöneticiyi tokat­lıyor gibiydi. “Getir bakayım,  Göğüş” dedi sert bir sesle ve... Kendinde özür dileyecek kadar bile kuv­vet ve cesaret bulamayan Ali İhsan Göğüş'ün elleri titreye­rek uzattığı dosyaya aldı. 1968 Senato üçte bir yenile­me ve ara seçimine katılacak senatör ve milletvekili adayları­nın listesinin bulunduğu dos­yayı alır almaz imzalayıp, "Haydi bakalım, tamam..." de­mesini beklediğimiz İsmet İnönü  dosyayı açtı, üstedeki adayların  isimlerini tek tek denetle­meye başladı. Ali İhsan Göğüş ve Nizamet­tin Neftçi'ye arada bir yanına yaklaşmaları için işaret ediyor, sonra da listedeki aday isimle­rinden birine parmağını basıp o kişi hakkında ek bilgi istiyor­du Hüseyin Ezer, fotoğraf üs­tüne fotoğraf çekiyor, ben de o güne kadar ilk kez girebildiğim “İsmet İnönü'nün yatak odası”nı göz ucuyla seyrediyor, kendi kendime de söyleniyor­dum: “Büyük adamların yatak odaları galiba, kendi büyüklükleriyle ters orantılı" diyordum “koskoca İsmet Paşa'nın şu yatak odası, birinci derece­den emekli bir memurun bile yatak odasından daha mütevazi döşenmiş...” Karyolasının ayakucu yö­nünde, duvarın iki pencere ara­sında kalan bölümü önündeki iki çekmeceli, iki kapaklı ve yan yatırılmış yumurta biçimli orta boy bir aynadan oluşan es­ki bir, sözüm ona tuvalet masa­sı vardı ve... "Hışt hışt Hüseyin Abi”... “Baksana şuraya”... “Tuvalet ma­sasının üstüne baksana “... “Ay­nanın üst tarafına baksana, bir “... ”Hüseyin Ezer, aynanın üst ta­rafında duvara asılı çerçeveli yazıyı görünce, elinde olmadan sadece gözlerini açmakla kal­madı, ağzını da açarak biraz yüksekçe bir sesle okudu gör gör­düğünü: “Allah'ın dediği olur.” Dirseğimle karın boşluğuna vurup onu uyarmak istedim: “Sus... Paşa duymasın” de­dim. Hüseyin Ezer, Paşa’nın duy­mayacağı bir sesle konuştu bu kez: “Ben bu yazının fotoğrafını çekerim, arkadaş" dedi. Hüseyin Ezer’i bir kez daha uyarmak gereği duydum: “Dikkat... Paşa görmesin” dedim. Fotoğraflarını genellikle flaş ışığı yardımıyla çeken Hüseyin Ezer, Paşa’nın hiç de hoşlan­mayacağını bildiği bir fotoğrafı çekmek niyetinin verdiği çe­kingenlikle, bu kez flaşını kul­lanmadan çekti istediği  fotoğ­rafı.                       Mesleğin kırk yıllık ustası Hüseyin Ezer’in mesleğin ilk basamağındaki bir turfanda gazeteci heyecanıyla titrediğini gördüm, o an. "Bizim işimiz tamam" dedi. “Gel çıkalım” Biz, Paşa'nın huzuruna çıkacağız ve elini öpmeden ayrıla­cağız oradan ha? Pöf!.. “Sabret biraz, Hüseyin Abi” dedim, “Elini öpmeden çıka­cak değiliz ya.." İsmet İnönü,  Yüksek Seçim Kurulu'na verilecek aday liste­sini imzaladı. Önce Hüseyin Ezer sonra ben elini öptük, ya­tak odasından ayrıldık.                         Birlikte Ulus gazetesine doğ­ru giderken, otomobilde bana dert yandı Hüseyin Ezer. “Parti gazetesinde çalışma­nın pisliği de işte böyle anlar­da ortaya çıkıyor” dedi “ Yıl­lardan beri,  karşısındaki poli­tikacıların bilir bilmez bir bi­çimde ona (dinsiz) diye (Al­lah’ı tanımaz) diye dil uzattık­ları ismet Paşa’nın gece yatarken son gördüğü, sabah kal­kınca ilk gördüğü yerde, kos­koca bir (Allah'ın dediği olur) levhası asılı duruyor. Uçan sineğin bile giremeyeceği bu odada ben bu yazının fotoğra­fını çekiyorum ve gelip gaze­temde yayınlayamıyorum bu fotoğrafı... Gel de yanma şu anda bu parti gazetesinde ça­lıştığıma..." Ulus gazetesinin fotoğraf odasında Hüseyin Ezer, filmini banyo edip fotoğrafı kağıda ba­sınca gözleri dolu dolu oldu: “Bu fotoğrafı Ulus gazete­sinde yayınlayacak bir kişi el­bette bulunmaz  ya, bulunsa bile ertesi gün onu da, beni de kovarlar gazeteden" dedi. "Biliyorsun, dinsel inancının sa­dece Allah'la kendi arasında olduğu bu inancının kendin­den başka kimseyi ilgilendir­mediği görüşündedir Paşa... Ben bu fotoğrafı yayınlarsam, başta ben olmak üzere Ulus gazetesinin tüm sorumlularını keser Paşa, kıtır kıtır keser...” Hüseyin Ezer’in yakınmasını dinledikten sonra, elimi uzat­tım: “Haydi ben gidiyorum ar­tık” dedim “ve o fotoğrafı da gideyim.” Yüzüme, hayretle baktı: “Niye verecekmişim bu fo­toğrafı sana?” diye sordu. İstifimi bozmadan devam et­tim: “Hadi Hüseyin Abi, ver şu fotoğrafı da gideyim.." dedim bir kez daha "Ulus ya­yınlamayacağına göre, ver de ­biz yayınlayalım..." Elindeki fotoğrafı birden geri çekti: “Sende makine yoktu ki bu­gün orada" dedi. “Bu fotoğrafı benim çektiğimi hemen anlar, Paşa...   Keser, beni sonra...” Yine dayattım: “Paşa bir şey sorarsa, benim gelip  fotoğrafı odandan gizlice aldığımı yani Türkçesi, çaldı­ğımı söylersin” dedim.  “Sen bütün suçu bana at..." Hüseyin Ezer’i güçlükle razı edebildim ve.. Elinden alabil­diğim fotoğrafı ilk uçakla İs­tanbul'a  Milliyet'e postala­dım. Bir gün sonra Milliyet’in en göze çarpan yerinde bu fo­toğrafı yayınlanınca,  Hüseyin Ezer soluk soluğa bana geldi. “Paşa beni köşke çağırt­mış, şimdi oraya gidiyorum” dedi. "Hadi sen de gel”. Hüseyin Ezer’le birlikte, İs­met İnönü'nün Pembe Köşk’üne gittik. Cumhurbaş­kanlığından ayrıldığı gün bi­le İnönü’nün yüzü herhalde böyle asık, böyle kızgın, böy­le üzgün değildi. Hüseyin Ezer’i "özel” ola­rak azarlamak istiyor olma­lıydı ki, yanında beni görün­ce hoşlanmadı: “Sen niye geldin" diye sor­du. “Ben onunla hesaplaşa­cağım. Onun suçunu mu ha­fifleteceksin sen simdi?” Sigara içerken babası tara­fından yakalanmış bir deli­kanlı gibi başımı öne eğdim, ellerimi önümde birbirine kavuşturdum: “Hüseyin Abi'nin bir suçu yok. Sayın Paşam” dedim. “Bütün suç bende... İzin ve­rirseniz her şeyi kendi an­latsın da, asıl benim suçumu o hafifletsin...” Hıh... Kandırabildik sanki, onu... İsmet Paşa nın, ona da ba­na da o gün orada neler söy­lediğini, bizi nasıl utandırdı­ğını, şimdi burada tekrarla­maktan utanıyorum. On iki yıldan beri kulaklarımda birer küpe zerafetiyle değil, bi­rer pranga ağırlığıyla asılı duran O’nun sözleri ve inancı zaman olup, bu ülkede yöne­time bile gelebilen bazı kişilerin kulaklarının ötesinden birer sinek vızıltısı hafifliğinde gelip geçtikçe, dibinde hissettirdi hep... Bugün inanç mahremiyetine O'nun duy­duğu saygıyla Allah ile kul arasındaki ilişkinin “özel”liğine O’nun kıskançlığıyla ve O'nun dinsel inancının içten­liğiyle, biz de aynı sözü tekrarlayabiliyoruz: “ Allah’ın dediği olur...” di­yoruz ve... Bu sözün kendi taşıdığı öz anlamı dışında, başka anlam­lar ve amaçlar için kullanıl­makla kurtarıldığını gördük­çe de, aynı sözü bir daha tekrarlıyoruz, öz anlamının yüceliğini vurgulaya vurgulaya: “Allah'ın dediği olur...”

Etiketler:, , ,

YASAL UYARI: Bu sitede yer alan tüm içerik, METE AKYOL'a aittir. METE AKYOL'un yazılı izni olmadan, bu içeriğin kopyalanması, imzalı veya imzasız kullanılması, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

Menu Title