31 Mayıs 1992

Çankaya’da barış yemeği

Üzerinden tam otuziki yıl geçtikten son­ra bugün bile, adı­nın darbe mi ihtilal mi devrim mi yoksa basit bir müdahale mi olduğu konusunda çok ki­şinin kesin birşey söyleyeme­diği 27 Mayıs konusunda, de­ğil otuziki yıl sonra, üzerinden otuziki gün geçtikten sonra bi­le çok kişi kesin birşey söyle­yemiyordu. O günlerde de adını bile­mediğimiz 27 Mayıs'la ilgili kesin bilgimiz, 27 Mayıs'ın ne­ye karşı yapılmış olduğu idi. Yolda iki arkadaş karşılaş­maya görsünler... Birbirlerinin halini hatırını sormadan, 27 Mayıs’ın neye karşı yapıldığı­nı sorarlardı birbirlerine. Ve çok zaman, sorularının yanıtını da aynı anda birlikte verirlerdi birbirlerine: “27 Mayıs, sabaha karşı yapılmıştır." 27 Mayıs konusunda, şa­kayla karışık da olsa, hiç değil­se kesinlikle bildiğimiz bir nokta vardı ama... Ondan onbir yıl sonra ge­len 12 Mart konusunda, şa­kayla da sululukla da ciddilik­le de ister karışık, ister barışık hiçbir şey bilmiyorduk. En yakınlarımıza bile, "12 Mart neye karşı yapılmıştır?” diye bile soramıyorduk. Çünkü bu soruya kimse­nin verebileceği bir yanıt yok­tu. 12 Mart olayı radyonun sa­at 13 haberlerinde "patladığı" için. “12 Mart neye karşı ya­pılmıştır?" sorusuna “Sabaha karşı yapılmıştır” yanıtı da verilemiyordu. O zaman da başbakan olan şimdiki Başbakan Süleyman Demirel, şapkasını alıp başba­kanlık makamını terketmek zorunda bırakıldığı için önce­leri biz de sanmıştık ki, 12 Mart Başbakan Süleyman Demirel’e karşı yapılmıştır. Fakat bir iki gün sonra CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit, radyodan da yayınlanan bir konuşmasında “12 Mart bana karşı yapılmıştır" iddiasını ileri sürünce... Tüm akan sular durmuş, Türkiye'nin gündeminin başına “Demirel’e mi Ecevit’e mi? so­rusu gelmiş, oturmuştu. 12 Mart’ ın Başbakan Süley­man Demirel'e karşı mı, yoksa CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit'e karşı mı yapıldığı soru­sunu sorunumuz yapıp, bu ko­nuya bir çözüm bulabilmek için çok zaman kafa yorarken, arada sırada da yazı tura atarken, bir anda ortaya sürpriz bir isim çık­tı: “Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay". Kim çıkardı, ne amaçla çı­kardı öğrenemedik ama 12 Mart'ın kendisine karşı yapıldı­ğı kişiler listesine Cumhurbaş­kanı Cevdet Sunay’ın da eklen­diğini gördük. Türk halkı, Türkiye'nin tüm sorunlarını sollayan “12 Mart kime karşı yapıldı?" sorusuna bir çözüm aramakla uğraşırken,. 12 Mart'tan olumlu ya da olumsuz biçimde, fakat birinci derece etkilenen kişiler­de birbirleriyle uğraşmaya başladılar. Kırk yıllık Cumhuriyet Halk Partili Prof. Nihat Erim, Genel Başkan İsmet İnönü'den izin aldıktan sonra partisinden istifa edip bir anda "Bağımsız" sıfatının sahibi, iki vakit sonra da "Bağımsız Başbakan" sıfatıyla, Süleyman Demirel’in başbakanlık koltuğunun yeni sahibi olunca… Eee… İnsan ne kadar demokrat olursa olsun, yine de insandır... Süleyman Demirel pek ender de olsa, sırada bir unuttuğu demokratlığını o anda da geçici olarak unutuverdi ve... "Kim korkar şey kurttan?” cesaretiyle, "Kim inanır böyle bağımsızlığa?” anlamlı çokça sert, çokça da mert bir demeç verdi. Vay sen misin böyle bir de­meç veren? Devlet Bakanı İsmail Arar, TRT’nin meclis bürosu müdürü Hüsamettin Çelebi'nin “Süley­man Demirel ilerde yeniden başbakan olabilir mi?” sorusu­na “Güldürmeyin beni” diye yanıt verince, Süleyman Demirel zaman zaman unuttuğu de­mokratlığı yerine bu kez Kanu­ni Sultan Süleyman kimliğini giyindi ve... "Sen misin sataşan bana? Öyleyse al sana, al sana, al sana...” kararlılığıyla Cumhur­başkanı Sunay’ a da Başbakan Erim’e de irili ufaklı bakanlara da ver yansın yaylım ateşine başladı. Sonuç mu ne oldu? İki aşamalı sonucun birinci aşamasında, eski Başbakan Süleyman Demirel, yeni Başba­kan Nihat Erim ve Cumhur­başkanı Cevdet Sunay’ la küs­müş oldu. Birinci aşamayla ikinci aşamanın arasındaki pek de uzun sayılmayan sürede, İsmet İnönü'yü CHP Genel Başkanlığı’ndan düşürüp, yerine kendi geçen Bülent Ecevit'in, sanki bu eylemi yetmezmiş gibi, üstûne üstelik bir de halk arasın­daki sevecenliği tam gaz yayıl­maya başlayınca... Ona "Dur” demenin demok­rasiye saygısızlık olacağını dü­şünen kimi etkin çevreler, “Ecevit'e dur deyip, hem içer­de, hem dışarda çirkin olaca­ğımıza, Ecevit'in karşısındaki Demirel’e gaz veririz... Böylece ona hem Ecevit’i marke ettirmiş oluruz, hem de demokrasiye naçizane de olsa, bir katkıda bulunmuş oluruz” gibi bir formülü uygulamak is­tediler ama... Ortada kocaman bir engel vardı. Bu engel de “Ne onunla, ne de onsuz olunan" Süleyman Demirel’in kendiydi. Halkın bir çeşit oksijen üre­tim kaynağı demokratik rejim, yokluğunda sadece halkı oksi­jensiz bırakmakla kalmıyor, ne gariptir, kendisini ortadan kal­dıranlarda da bir nefes darlığı ve oksijen gereksinimi oluştu­ruyor. Bu oksijen yüklü atmosferi ülkeye yeniden getirebilmek için işbaşı yapması gereken ki­şilerin başında Süleyman De­mirel yer alıyordu. Fakat talihsizliğe bakın, devletin üst katı, kadro halinde Süleyman Demirel'le küs idi, Süleyman Demirel de devletin üst katıyla küs idi. Ülkeye oksijenli rejimin ge­lebilmesi için, Süleyman Demirel'le devletin üst katı arasında­ki buzdağının kesinlikle eritil­mesi gerekiyordu. Bu görev de, buzdağının Demirel yamacına değil, devlet yamacına düşüyordu. Netekim... Devlet devletliğini gösterdi ve... Çankaya Köşkü’ nde bir "Ba­rışma Yemeği” düzenledi. Yemekte devletin üst katıy­la Süleyman Demirel barışmakla kalmayacaktı sadece… Bayan Atıfet Sunay ile Ba­yan Nazmiye Demirel de koca­ları yüzünden aralarına giren karakediyi kovma fırsatı da bu­lacaklardı o gece. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ın eşi, o günlerin Türki­ye'sinin first lady'si Sayın Atı­fet Sunay, bir yıl öncesine ka­dar bayanlar klasmanında ken­dinden hemen sonra gelen, o günlerin "Second Lady"si Sa­yın Nazmiye Demirel’i telefonla aradı ve gelecek hafta Köşk’teki yemeğe, "Beyefendiyle birlikte kendisini de mutlaka bekledi­ğini” söyledi. Süleyman Demirel akşam eve geldiğinde, “Merhaba Naz­miye Hanıum... Ben geldiim...” diyerek gelişini müjdeledikten sonra, “neyin var, neyin yokolduğunu” sordu eşine. Nazmiye Demirel, Köşk'ten gelen telefonu, Atıfet Ha­nım’ın büyük bir içtenlik ve özlemle kendisini de bekledi­ğini söyledi eşine. “Allah, Allaaah... Hayırdır inşallah" dedi Süleyman Demirel ve kendi­sine bu konuda bir davet ulaşmadığını söyledi. “Belli ki, bu akşam yada yarın sabah muhakkak da­vet edileceksiniz, beyefendi" dedi Nazmiye Demirel “Ka­rarınız ne olacaktır? Davetlerini kabul edecek miyiz?... Köşk'e yemeğe gide­cek miyiz?...” Süleyman Demirel, bir an bile duraksamadı: “Elbette gideceğiz, Hanı­mefendi... Elbette gidece­ğiz..." dedi ve son bir yıl için­de tüm Türkiye'nin ezberledi­ği bir cümlesini, ilk kez yirmi yıl önce o akşam, eşine söyle­di: “Devletin üst katında küskünlük olmaz...” dedi. "Devletin tepesi"ni oluş­turan büyüklerimiz bir hafta sonra devletin çatısı Çankaya Köşkü'nde biraraya geldiklerinde, birbirlerine baktıkları gözleriyle birbirle­rini görmüyorlar, omuzlarının üstünden, bedenlerinin arka­sından Süleyman Demirel’i arıyorlardı. Sonunda beklenen an ve beklenen kişi geldi. Konukları ilk karşılayan Bayan Sunay oldu. İçtenlikle sevdiği Nazmi­ye Demirel'i görünce, Süley­man Demirel'i unuttu, aylar­dır görmediği arkadaşının boynuna sarıldı, sesleri hala kulaklarımda duran “şapur şupur”lu öpücüklerle, arada­ki ayların özlemini giderdi Süleyman Demirel'i ise Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay karşıladı ve konuğunun koluna girdi. Cumhurbaşkanı'nın ko­lunda salonun yanındaki özel odaya giderken Süleyman Demirel, salonun özel bir bö­lümünde, kendilerine ayrı­lan yerde oturan ve o günler­de artık “yorulmaya" başla­mış olan İsmet İnönü'nün ve eşi Mevhibe İnönü’nün yan­larına giderek, kendilerine “Hoşgeldiniz” dedi. Sonra tekrar koluna giren Cumhurbaşkanı Sunay'ın eş­liğinde, özel odaya girdi. Cumhurbaşkanı’ nın oğlu Dr. Attila Sunay’ın arkadaşı olduğum için Çankaya Köşkü’nde özel bir dokunulmazlı­ğım vardı. Hiçbir gazetecinin alınma­dığı bu özel toplantıya da ga­zeteci kimliğimle değil, Dr. Attila Sunay’ın arkadaşı ol­mamın dokunulmazlığıyla gi­rebilmiştim. Hiçbir görevlinin, bu kim­liğin sahibi bana "Nereye gi­diyorsunuz?” diye soramaya­cağını bildiğimden, Sunay ve Demirel'in arkasından bu özel odaya ben de girdim ve... Dondurulmuş siyasal ya­şamda hiçbir etkinliği yok­muş gibi görünen “sıfatsız” Süleyman Demirel’in, hem de Cumhurbaşkanı’na, meğer hem de nasıl bir koşul ileri sü­rebilecek denli etkinlik taşı­makta olduğunu gözlerimle gördüm. Odaya önce, Başbakan Prof. Nihat Erim girdi ve Sü­leyman Denıirel’ in elini sıka­rak ona "Hoşgeldiniz” dedi. Başbakan Erim ve eski Başbakan Demirel, Cumhur­başkanı Sunay’ın tebessümle izlediği birkaç dakikalık aya­küstü görüşmesi yaptılar. Prof. Erim, tekrar görüş­mek dileklerini bildirerek odadan ayrıldıktan yarım da­kika kadar sonra içeri, Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Faruk Gürler ve onun arka­sından sırayla, 12 Mart muh­tırasına imza koyan tüm orge­neraller girdiler ve Süleyman Demirel’in elini sıkıp, kendi­sine “Hoş geldiniz” dedikten sonra, odaya girdikleri sırayla odadan çıktılar. İkinci Dünya Savaşı Missouri Savaş Gemisi’ndeki im­za töreniyle resmen bitmişti ya... İşte o an, o olay geldi aklı­ma ve... İster devrim, ister ihtilal, ister müdahale deyin... Adına ne derseniz deyin, takvimdeki adıyla 12 Mart “gün”ü de resmen o akşam bitti, devletin tepesinin Sü­leyman Demirel'le barışma­ya geldiği devletin çatısı Çankaya Köşkü’nde...

Etiketler:, , , , , , , , , , ,

YASAL UYARI: Bu sitede yer alan tüm içerik, METE AKYOL'a aittir. METE AKYOL'un yazılı izni olmadan, bu içeriğin kopyalanması, imzalı veya imzasız kullanılması, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

Menu Title