02 Şubat 1992

İnönü-Bayar barıştı, olan Mete’ye oldu!

İsmet İnönü ve Celal Bayar arasındaki "sen-ben” savaşı, İs­met İnönü’nün 1937 yılında ayrılmak zo­runda kaldığı başba­kanlık koltuğuna, Ce­lal Bayar'ın oturma­sıyla başlayan soğuk­luk ve küskünlükten kay­naklanmıştır. Celal Bayar’ın güçlükle ulaşabildiği “Atatürk ün en yakını” makamını koruyabil­me çabaları ile İsmet İnö­nü'nün Kurtuluş Savaşı'ndan itibaren sahibi olduğu “Ata­türk'ün en yakını” makamı­nı kaptırmama çabaları. Ata­türk’ün bu iki başbakanı ara­sında giderek yoğunlaşan ve sonuçları halka yansıyan cid­di bir küskünlük oluşturmuş­tur. Demokrasinin Türkiye ha­va sahasına girdiği günlerde İsmet İnönü de Celal Bayar da bu yeni ‘iklim” in getireceği or­tamı, kişisel kavgalarını açıkça yapabilecekleri bir "er meyda­nı” olarak kabullenmişlerdir. Ve 1945 yılında, birer parti ge­nel başkanı olarak her ikisi de, arkalarındaki “kendilerine hak veren kişiler”le demokrasi meydanında açık açık karşı karşıya gelmişlerdir. İki eski başbakan arasındaki kişisel çekişmenin yansıtıldığı halk topluluklarının cephelenmesi, Türkiye'de demokrasinin ilk kanatlarını oluşturmuştur. “İnönü haklıdır’’, "Bayar haklıdır” biçiminde başlayan politik cepheleşmeden gelen sesler, giderek "İnönü haksız­dır”, “Bayar haksızdır” biçi­minde dönüşmüş, bu iki cephe­den birinde yerini alan halk toplulukları ise kendi “cephe komutanı” savunmak, “Karşı cephe komutanı”na saldırmak kargaşasını “demokratik mü­cadele” sanmışlar ve saymışlar­dır. Halk topluluklarının sürdür­dükleri “savaşın bu türlüsü” İsmet İnönü ve Celal Bayar ara­sındaki soğukluğu bir buz dağı­na dönüştürmüştür. Gazeteci ve eski milletvekili Turhan Dilligil’ in saygıdeğer bir iyi niyetle başlatıp, iğneyle kuyu kazarcasına bir sabırla yü­rüttüğü “arabuluculuk” çalış­maları 1969 yılı mayıs ayında meyvelerini verdi ve bu iki eski başbakan el sıkışıp barışmayı kabul ettiler. İnönü ve Bayar’ın dostça bir “ev görüşmesi” yaparak, aralarındaki 24 yıllık buzdağını, bir­birlerine uzatacakları ellerinin sıcaklığıyla eritecekleri haberi, buzdağının iki yamacındaki topluluklar için de önemli bir haber özelliği taşıyordu. Türkiye gözlerini, barışma olayının gerçekleştirileceği Pembe Köşk’e çevirmiş, Türk basını da o akşam karargahını Pembe Köşk’ün bahçe kapısı önünde kurmuştu. İsmet İnönü'nün evinin bah­çe kapısı önünde Celal Bayar'ın gelmesini bekleyen biz 50 ka­dar gazeteci de, hem zaman ge­çirmek hem de güvenlik nedeniyle özel olarak getirilmiş jandarma mangasının başındaki teğmenle dostluk kurabilmek için çeşitli öyküler anlatıyor­duk. Öykülerimizin çoğu o gün Pembe Köşk’e gizlice girebil­mek için denediğimiz meslek­sel kurnazlıklar üzerineydi. Bu öykülerdeki kurnazlıklarımızı üzerlerine biraz James Bond tuzu biberi ekerek biraz Arsen Lüpen yağı balı sürerek anlatıyor ve jandarma teğmeni­ni biraz daha, biraz daha yumu­şatıyorduk. Dostluk ilişkisi kurup, yumu­şattığımız güvenlik sorumluları “görev anında” bize genellikle daha yumuşak davranıyorlardı. Saat yediye on kala hava yavaştan kararmaya başlamıştı. Celal Bayar’ın gelmesine on dakika kalmıştı. “Tam zamanı” dedim kendi kendime ve bahçe kapısı önündeki gazeteciler topluluğundan sıyrıldım, kapının on adım ötesinde, bir buçuk metre yükseklikteki bahçe duvarına çıktım ve oradaki meraklı halk topluluğu arasına karıştım. Duvarın üstünde demir parmaklıklar vardı. Onları aştım, parmaklıkların öte yanına geçtim. Sonra da gözlüğümü çıkardım, gazetenin şoförü Selahattin Turgay'a verdim ve boynumdaki iki fotoğraf makinesini sıkı sıkı tutup kendimi duvardan aşağı bahçeye atıverdim. Düştüğüm yerde toparlanır toparlanmaz var gücümle köş­ke doğru koşmaya başladım. Atlama ve koşma sesini du­yan jandarma belime sarıldı birlikte yere yuvarlandık. Ciğerimin dibinden bir “Aa- aaah” çektim ve aynı yüksek tonda devam ettim: “Ne vuruyorsun arkadaş?... Aaaahhh...” Kendimi biraz daha zorladım sesimi daha da yükselttim: “Bu çağda hem de İsmet Paşa’nın bahçesinde jandar­ma dayağı ha!...” Birkaç dakika önce yumuşattığımız teğmen koştu geldi koluma girdi. Beni bir yandan teselli ediyor bir yandan da ki­bar kibar bahçe kapısına doğ­ru geri götürmeye çalışıyordu. Başımı köşkten yana çevirip sesimin var gücüyle birkez da­ha bağırdım: “İsmet Paşa’nın bahçesinde jandarma dayağı yediiim.” Bağırmam meyvesini verdi. Öyle bir bağırmışım ki, ruhu bağışlasın İsmet İnönü bile duymuş sesimi. Ve bahçedeki gürültünün ne olduğunu öğrenmesi için Parti Genel Sekreter Yardımcısı Ali Göğüş’ ü görevlendirmiş. Göğüş’ ün arkasında, İnö­nü'nün şoförü İzzet'i görünce ona bakarak konuştum: “Jandarmalar beni dövdü­ler... Şurama vurdular, bura­mı tekmelediler.” Ali İhsan Göğüş sakin olma­mı söylerken İzzet’in yıldırım gibi koşup köşke girdiğini gör­düm. “Paşa Mete Beyi çağırıyor” dedi. Ali İhsan Göğüş’ün kolunda Pembe Köşk’ün kabul salonu­na girdiğimde İsmet İnönü eşi Mevhibe İnönü ve kızları Öz­den Toker o akşamki konukları için özel olarak düzenlenmiş salonda ayakta bekliyorlardı. İsmet İnönü, üstümü başımı yüzümü gözümü toz toprak içinde görünce birkaç adım attı yaklaştı: “Ne oldu sana böyle?" diye merakla sordu. Sesime en acıklı tonunu ver­dim ve sanki ağlamak üzerey­mişim de kendimi zor tutuyor muşum gibi yapıp alt dudağı­mı titreterek yanıtladım: “Sayın Paşam, biraz sonraki tarihi görüşmenizi yakından izleyebilmek için buraya gir­mek istedim" dedim. “Fakat bahçede jandarmalar üstüme atıldılar, beni dövdüler, Sayın Paşam.” Başımın alnımla kulağımın arasındaki bölümünü işaret et­tim: “İşte en çok buraya vurdu­lar, Sayın Paşam” dedim. İsmet İnönü başımda göster­diğim yeri okşamak için elini uzatınca “Ay” deyip başımı geri çektim. Oda aynı hızla elini geri çekti: “Çok mu acıyor yoksa?” diye içtenlikle sordu. Yanıtımı ver­meden Mevhibe İnönü söze girdi: “Acaba Mete Beyin yeni bir gazetecilik oyunu olmasın Sa­yın Paşam?" dedi. Bir cankurtaran simidi olur umuduyla Özden Toker’ in yü­züne baktım. Onun eşi de gazeteci ya... Beni savunacak bir iki söz söy­ler sandım. Fakat anne ve ba­basının önünde ağzını bile aç­madı Özden Toker. İsmet İnönü biraz önce sor­duğu soruyu yineledi: “Çok mu acıyor yoksa?” de­di yine. Sesimdeki yapmacık titreme onun bu içtenliği karşısında gi­derek doğallaşmaya başladı. “Çok acıyor, Sayın Paşam” dedim İsmet İnönü kollarını boynu­ma doladı. Beni kendine çekti, başımı göğsüne bastırdı ve bir eliyle saçlarımı okşarken bir yandan da beni avutmaya ça­lıştı: “Canım Metem, canım Metem” dedi bir iki kez. Gazetecilik kurnazlığıydı, gazetecilik oyunuydu, tümü bu noktada bir anda yok oldu ve... İsmet İnönü'nün göğsü üzerin­de birdenbire, sarsıla sarsıla, içimi çeke çeke ama bu kez gerçekten ağlamaya başladım. Ben ağladıkça ismet İnönü başımı göğsüne daha çok bastı­rıyor, saçlarımı daha kuvvetle okşuyor, avutucu sözlerini bir­biri ardı sıra yineliyordu. O öyle yaptıkça ben daha da çok ağlıyordum. İsmet İnönü bir süre sonra başımı göğsünden kaldırdı, yanaklarımı öptü ve Göğüş’e döndü: "Mete'yi al, lavobaya götür” dedi. "Yüzünü yıkasın sonra da bu yan odada istirahat et­sin." İsmet İnönü’nün elini öptüm ve Ali İhsan Göğüş'le birlikte salondan çıkıp koridorun tam karşısındaki lavaboya girdim. İçeride yüzümü yıkarken ar­kamdan kapının anahtarının çevrildiğini duydum. Tokmağa sarıldım. Baktım, kapı açılmıyor. Huyum kurusun, kapalı yer­de kalamama hastalığım var­dır. Hilton’a koyun beni, üzeri­me kapıyı kitleyin orda bile ne­fessiz kalırım, camları kapıları tekmelerim. Şimdi avuç içi kadar lavabo­da mı kilitli kalacağım yani? Sesimin var gücüyle iki üç kez, “Ali İhsan Bey” diye bağır­dım. Ali İhsan Göğüş kilitli kapı­nın arkasından konuştu:   “Paşa'ya yutturdun amma, bana yutturamazsın” dedi. “Dışarda elli altmış gazeteci var. Hepsine tek tek ben he­sap vereceğim.” Bir yandan da "Boğuluyo­rum... Çıkarın beni buradan” diye bağırıyordum. Ben lavabonun kapısını tek­meledikçe zaten eski bir yapı olan Pembe Köşk zangır zangır sallanıyordu. Ali İhsan Göğüş’ün sesi geldi yine kapı arkasından: "'Tamam tamam açıyorum" dedi. “Bırak kapıyı tekmele­meyi. Misafirler geldi. Rezil olacağız.” Kapı açılıp kendimi koridora attığımda, Celal Bayar’la yüz yüze geldim. Yanında Mevhibe İnönü ve İsmet İnönü vardı. Bir adım ar­kalarında Celal Bayar’ın kızı Nilüfer Gürsoy, gazeteci Tur­han Dilligil ve Özden Toker yü­rüyorlardı. Kabul salonuna geçip, yerle­rine oturduklarında birkaç fotoğraflarını çektim. Filmi maki­neden çıkarıp, Bayar’ı getiren otomobilin arkasından koşarak köşkün kapısına kadar gelebi­len gazeteciler arasından çalış­ma arkadaşım foto muhabiri Asaf Uçar’a seslendim "Al şu filmi Asaf” deyip, filmi içeriden dışarı attım. Asaf Uçar pek keyifliydi: “Bayar, Mevhibe Hanım'ın elini öptü” dedi. “Sadece ben çektim o pozu. Fotoğrafta iyi­yiz. Sen habere kuvvet verme­ye bak.” Tarihsel görüşmeye katılanlar arasında Ali İhsan Göğüş de bulunduğundan köşkte artık rahatlıkla hareket edebilirdim. İsmet İnönü'nün verdiği izin­le “istirahat” için bitişik odaya girdim. İki odayı ayıran duvarın bir bölümü açılır kapanır bir tahta kapıyla kapalıydı. İçerideki tüm konuşmalar, olduğu gibi duyuluyordu. İnönü, Bayar’la “Celal Beye­fendi” diye konuşuyor, o da İnönü’ye “Paşa Hazretleri" di­yordu. Söze ilk başlayan Bayar oldu. İnönü’ye kaç torunu olduğunu sordu. İnönü onun bu sorusunu yanıtladıktan sonra, o da Bayar’a aynı soruyu sordu. Bayar’ın ikinci sorusu, İsmet İnönü’nün hangi yıl doğduğu­nu idi. “1300” diye yanıtladı bu soru­yu İnönü. “Fazla fark yokmuş aramız­da, Paşa Hazretleri” dedi. “Ben de 1299 doğumluyumdur.” Söyleşinin bu yerinde söze Mevhibe İnönü katıldı. Konuk­larına ne içmek istediklerini sordu. Önce Bayar, sonra öteki konuklar çay içmek istedikleri­ni söylediler. Ve kuru pasta yenilip, çay içilerek yapılan görüşmeler po­litikanın (p)sine bile dokunul­madan özel konular çerçevesin­de sürdürüldü. Ve bir ülkenin siyasal yaşa­mını etkileyen bir kişisel küs­künlük böylesine özel bir söyle­şide ortadan kaldırıldı. Kökleri çok daha eski yıllara uzayan bir soğukluğun, 1945’te buzlanmaya dönüşmesinden sonra giderek yoğunlaşıp oluş­turduğu 24 yıllık bir buzdağının bu “ne sihirdir ne keramet” ör­neği nasıl olup da bir anda böy­lesine eriyip yok olabildiğini düşünüyordum da... İsmet İnönü’nün, başımı göğ­sünde bastırdıktan sonra saçla­rımı okşadığı elinin sıcaklığını anımsıyorum ve... Göz pınarlarımı bir anda eri­ten o sıcaklık karşısında bir buzdağının erimesi olayına hiç de şaşırmıyorum. Aradan birkaç ay geçtikten sonra bir gün Pembe Köşk’ün bahçesinde İsmet İnönü’ye bu olayı olduğu gibi anlattım. Önce numara yaptığımı fakat onun içten ilgisi karşısında kendimi tutamayıp gerçekten ağladığımı lavaboda kilitli kal­dığımı kapıyı tekmelediğimi daha sonra da yan odada oturup içerideki konuş­maları dinlediği­mi tüm ayrıntıla­rıyla anlattım. Öyle keyiflendi, öyle keyiflendi ki İsmet İnönü...

Etiketler:, , , , , , , , , , ,

YASAL UYARI: Bu sitede yer alan tüm içerik, METE AKYOL'a aittir. METE AKYOL'un yazılı izni olmadan, bu içeriğin kopyalanması, imzalı veya imzasız kullanılması, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

Menu Title