16 Şubat 1992

Johnson’un Gecekondu Ziyareti…

ABD BAŞKAN Yar­dımcısı Johnson Türkiye’ye yaptığı resmi gezinin üçüncü günün­de, Ankara içinde özel bir ge­ziye çıktı. Balin Oteli’nin merdiven­lerinden, başında sadece kov­boy şapkası eksik bir Teksaslı havasında inerken başımı uzattım ona bir sürpriz yap­tım. "Happy birthday, sir” de­dim. Johnson' ın yüzündeki “Önemli adam gibi görünme” maskesi bir anda düştü, maskenin altından sevinç ve mutluluk taşan sanki “Kırk yıl­lık bir tanıdık” yüzü ortaya çık­tı. “Çok teşekkür ederim” dedi ve hemen Teksaslı havasına gi­riverdi: “Söyle bakalım nasıl öğren­din bugün doğum günüm oldu­ğunu” diye sordu. Bir an için okumadığı dersten soru sorulmuş bir öğrenci gibi titredim ama kendimi hemen toparladım: “Mr. Kılıç’tan duydum” de­dim. “Mr. Kiylinç mi?” diye bir so­ru daha sordu Johnson, “Kim o Mr. Kiylinç?” “Bizim Basın Yayın Genel Müdürümüzdür” dedim. “Peki o nereden biliyormuş benim doğum günüm olduğu­nu?” İçimden kendi kendimi haş­lamaya başladım: “Ne karıştırırsın Mr. Kiylinç’i?” dedim. “Biz gazeteci­yiz. Biz biliriz böyle şeyleri de­yip pozunu atmak varken, Mr. Kıylinç'i karıştırırsın da sabah sabah koskoca adam karşısın­da sanık durumuna düşersin böyle?..” Johnson sorusuna yanıt ala­madığını görünce bir kez daha sordu: “Mr. Kiylinç nereden biliyor­muş bugün benim doğum gü­nüm olduğunu?” dedi, bir kez daha. “Onun nereden bildiğini bil­miyorum ama dün gece otelin aşçısıyla konuşmasını duy­dum” dedim. “Bugün Ankara gezinizden döndükten sonra otelinizde karşınızda koskoca bir pasta bulacaksınız. Sizin doğum günü pastanızmış bu.” Sözlerim biter bitmez, gizli bir kuvvetin etkisiyle bir adım geri gitmek zorunda kaldım. Arkama baktım. Basın Yayın Genel Müdürü Altemur Kılıç, ceketimin arkasını tutmuş ceketimle birlikte beni geri çekiyor. “Lütfen sus, Mete... Lütfen sus" diye yalvarırcasına konuştu Altemur Kılıç, “Kendisine Basın Yayın’ın sürprizi olarak hazırlıyoruz, akşamki doğum günü partisini... Sürprizimizi bozma lütfen.” Kendimi o an bir çuval incirin içine iki kilo ayçiçeği yağı dökmüş gibi hissettim ve hemen savunma vaziyeti alıp “Suçlu” durumdan "Güçlü" duruma geçtim. “Ben sürpriz partiden söz etmedim ki” dedim. “Sadece pastadan söz ettim. Sürprizinizi bozmadım ki, Mr. Kılıç.”  Altemur Kılıç birkaç kez daha “Sus, sus... Lütfen sus” dedikten sonra beni susturduğunu görünce ufak bir de uyarıda bulundu: “Bana Altemur Bey diyebilirsin...” dedi. “Mr. Kılıç demene gerek yok.” Balin Oteli’nin önünde haraket eden otomobiller kuyruğu Mamak'a doğru yol almaya başladı. Benim bindiğim resmi otomobilde bulunan ve bir görevli de genel müdürünün emri üzerine beni “Marke” etmek olan Basın Yayın Genel Müdürlüğü görevlisine sordum: “Mamak’ta nereye gidece­ğiz?" Basın Yayın görevlisi, sert ve kısa bir yanıt verdi: “ABC Okulu’na gideceğiz” dedi “Sayın konuğumuz ABC Okulu’nu görmek istediler.” “ABC Okulu da ne ki?” diye soracağım ama adamcağız öyle sert konuştu ki, bir türlü soramadım. Başladım kafamı karış­tırıp Mamak’ta ABC Okulu’nun ne olduğunu bulmaya. "İlkokul öncesi bir anaokul mu acaba?” diye geçirdim içimden. Sonra kendi soruma kendim "Hayır, olamaz” dedim. Olamaz, çünkü hele o günler­de Mamak, çoğunlukla gece­konduların bulunduğu “Geliş­mekte olan bir semt” konumunda ve görünümünde. "Belki bir ilkokulun adıdır" dedim yine kendi kendime. Sonra o buluşumdan da vazgeçtim. "Bilmemek ayıp değil öğrenmemek ayıptır” cümlesiyle kendime önce bir cesaret dopingi yaptım, daha sonra da açık açık sordum: “Afedersiniz” dedim. “Nedir bu ABC okulu?” Basın Yayın görevlisi, bilgi­sizliğim karşısında bana kü­çümseyen gözlerle baktı: “Mamak'ta Türk Silahlı Kuvvetleri'nin çok önemli bir okulu vardır” dedi. “Bu okulun adı da ABC Okulu'dur. Soru­nuza cevap verebildim sanı­rım.” O öyle sandı ama aslında yine de kafamdaki soru işaretinin kıvrımını düzeltemedi. Biraz bilgi kırıntısı katarak bilgiyle karışık bir soru daha sordum: “Herhalde okuma yazma bil­meyen erlere ABC’den başla­yıp okuma yazma öğretilen bir okuldur, değil mi?” dedim. “ABC Okulu Türk Silahlı Kuvvetlerinin en ileri okulla­rından biridir” dedi. “Atom, Biyoloji ve İngilizce Kimya an­lamına gelen Chemistry kelimelerinin baş harflerinden al­mıştır adını ABC Okulu." Bana "ABC’yi öğreten Basın Yayın görevlisine teşekkür et­tim. ABC Okulu’na doğru yol alan otomobiller kuyruğunun başı, Mamak sırtlarının altından ge­çerken birden durdu. Kuyruğun başı durunca, ucu da durdu. Bir de baktık, Johnson oto­mobilden inmiş, çevresindekilerle birlikte ana yolu geçip kar­şıdaki keçi yoluna sapmış, yü­rüyor. Markajcım Basın Yayın gö­revlisi, Johnson’ın keçi yolunda yürüyüp gecekondulara doğru gittiğini görünce “Hayırdır in­şallah, Yarabbim" dedi ve beni filan unuttu, koşarak kafileye yetişmeye çalıştı. Johnson’ın arkasından nefes nefese yürüyen bizim Dışişleri Bakanlığı Protokol Şubesi görevlilerinden bir harici­yeciye sokuldum, sordum: "Hayırdır inşallah" dedim. "Quo Vadis?" Protokolcu hariciyecinin beni filan duyduğu yoktu. Bir yan­dan avucundaki mendiliyle al­nındaki terleri siliyor, bir yan­dan da kendi kendine "Hay Al­lah... Hay Allah" diye söyleni­yordu. Bir kez daha sordum: "Quo Vadis?" Başını çevirdi: "Ne diyorsun?” diye sordu. “Nereye gidiyorsunuz?” de­dim. Adamcağızın canı burnundaydı. Protokolcülüğünü de ha­riciyeciliğini de unuttu birden: "Ben ne bileyim nereye gitti­ğimizi?” diye patladı. “Arabasının penceresinden gecekonduları görmüş merak etmiş. İlle de birinin içine gi­rip göreceğim diye tutturmuş. Kim bilir hangisine girecek biz ne bilelim?” Sonra yine kendi kendine söylenmeye devam etti: "Allah vere de ters bir şey ol­masa” dedi. “Hay Allah... Hay Allah... “ Johnson’ın "Şu eve girelim” dediği gecekonduda yaşlı bir kadınla yaşlı kocası vardı. Mutfak niyetine kullanılan küçük bir bölümü dışında gece­kondu “Tek gözlü”idi. Johnso-n’ı izleyen gazetecile­rin tümü aynı anda içeri gire­meyecekleri için aramızda bir anlaşma yaptık. İkişer ikişer giriyor, yarım dakika kalıp birkaç poz fotoğraf çekiyor ve hemen çıkıyorduk. Sıra bana geldiğinde Johnson’ı pencere önündeki kereve­tin üzerine oturmuş yaşlı karı- kocayla sohbet edermiş gibi poz verirken gördüm. Odada başkan yardımcı­sıyla birlikte bulunan tercü­man, Amerika Başkan Yar­dımcısı ile bizim dede ve ni­nenin konuşmalarını çeviri­yordu. Ben içeri girdiğimde yaşlı adam, “Bir oğlumuz var. O da şimdi askerde" diyordu. Johnson, yaşlı adama as­kerdeki oğlunun ayda kaç li­ra aldığı sordu. Tercüman yaşlı adamın yanıtını çevirince Johnson, bu kez tercümana sordu: “Türk parasını tanımıyo­rum" dedi. "Bana dolar ola­rak söylesene. Dolar olarak ne alıyormuş oğlu bir ay­da?” Tercüman bir anda kafa­sında bir hesap yapıp yaşlı adamın oğlunun askerde al­dığı maaşı Amerikan parası­na çevirdi. “Dolar olarak değil de cent olarak söyleyebilirim” dedi "Oğlu ayda 22 cent alıyormuş." Johnson bir anda dilini ısırmış gibi yerinden sıçradı: "Emin misin?” diye sordu tercümana "Ayda 22 cent mi alıyormuş?” Kerevetin önündeki tahta sehpanın üzerinde boş bir çay bardağı duruyordu. Johnson, çay bardağına uzandı ve bu kez tercüman kullanmadan yaşlı hanıma İngilizce olarak anlattı derdi­ni: “Bir çay daha rica edebi­lir miyim?" dedi "Çok nefis­ti çayınız.'’ İçerde yarım dakika kal­dıktan sonra dışarı çıkan her gazetecinin başına gelen dışarda benim de başıma geldi. Gecekondudan çıkar çık­maz bizim hariciyeciler sardılar çevremi. Hepsi de makineli tüfek ateşi gibi peşpeşe aynı soru­yu soruyordu: “Ne konuşuyor içerde?.. Ne söyledi içerde?..” Biraz önce size söyledikle­rimi o an çevremdeki harici­yecilere söyledim. “Eyvah” dedi içlerinden biri. “Ne var? Ne oldu?” diye sordum. “Bizim er maaşının ne ka­dar olduğunu bilmeseydi keşke” dedi. “Ayıp olmuştur.” Ben saf saf yü­züne bakarken bir başka harici­yeci arkadaşı konuştu, “Eyvahçı meslek­taşına: “Bırak Allahaşkına çocuk­luğu" dedi. “Söz açılmış da o ne­denle ihtiyar­dan öğrenmiş bunu... Aklına gelse, kendi adamlarından öğ­renemez miydi yani saklamak istediğin bu sırrı?” Johnson’ın yaşlı ev sahipleri­ne hatırı sayılır ölçüde bir mali yardım yaptığını daha sonra öğ­rendik. Geçtiğimiz dikenli keçi yolla­rından yeniden geçip arabaları­mıza bindik ve ABC Okulu'nda indik. Gecekondunun “Beklenme­yen misafiri". ABC Okulu'nda sadece “Beklenen misafir" de­ğil, "Bu saate kadar nerede kaldığı merak edilen misafir" olarak da karşılandı. Komutan odasında bir süre dinlenip iki şişe renkli gazoz iç­tikten sonra Amerika Birleşik Devletleri Başkan Yardımcısı, büyük bir merakla ve büyük bir ilgiyle ABC Okulu’nu gezdi, laboratuvarları gördü, çalışmaları izledi. ABC Okulu'ndan ayrılmadan önce bir şişe renkli gazoz daha içti ve otomobiline bindi. Mamak’tan dönen otomobil­ler kuyruğu Dikimevi semtine geldiğinde, bu semte adını ve­ren Askeri Dikimevi binasının kat kat yükselen yan yana uza­yan pencerelerinden birbirleri­nin üstüne çıkarak el sallayan işçi hanımları gördü Jonhson. Dikimevi Meydanı'nın orta­sında otomobilini durdurdu ve Askeri Dikimevi binasına doğ­ru yürümeye başladı. Binanın altına geldiğinde Johnson, san­ki bir yabancı ülkeye resmi zi­yaret yapan bir başkan yardım­cısı değil de kimbilir hangi eya­lette seçim kampanyasına çı­kan bir Amerikan politikacısı gibiydi. Birbirlerinin üzerlerine çıkıp yarı bellerine kadar sarktıkları pencerelerden el sallayan işçi hanımlara Johnson da havaya kaldırdığı kollarını, bayrakla işaret veren bahriyeliler gibi sallayarak karşılıkta bulunuyordu. Birden başını çevirdi ve gö­rüntüye pencerelerdeki hanım­ları da almak için arkasından fotoğraf çeken gazeteciler sor­du: “Aranızda AP adamı var mı?” dedi. Amerika’nın Associated Press ajansı Türkiye foto mu­habiri Ahmet Uran Baran, elini kaldırdı: “Buradayım" dedi. “Sen oradan çık, tam arka­ma gel" dedi Johnson, “Şöyle gel ve beni belden yu­karı, karşıdaki görüntüyü de tamamen al..." Ahmet Uran Baran,  Johnson'ın arkasına geçti ve aynen onun istediği gibi çalışmaya başladı. Dikimevi Meydanı'nda trafik, Johnson’ın otomobiline dönmesiyle başladı. Üç yüz, dört yüz metre kadar gitmiş, gitmemiştik ki, Johnson’un “Dur burada" diye ba­ğırmasıyla trafik yine durdu. Cebeci’de bir pastanenin vit­rini önünde ayakları çıplak üst­leri başları perişan üç dört ço­cuk vitrindeki pastaları seyredi­yorlardı. Johnson ani bir emirle dur­durduğu otomobilinden çocuk­ları seyretti bir süre. Sonra da yanındaki koruma polislerinden o çocukları yanı­na çağırmalarını istedi. Koca koca iki adamın "Hey, hey” diye bağırarak üstlerine üstlerine geldiğini gören çocuk­lar korktular her biri bir tarafa kaçıştılar. Koruma polisi, çocuklardan birini yakaladı. "Lütfen bana yardım eder misiniz?" dedi, bizim protokolcü hariciyecilerimizden birine “Başkan Yardımcısının kendi­sine merhaba demek istediği­ni söyler misiniz lütfen bu ço­cuğa?" Bizim protokolcü hariciyeci koyu lacivert elbiselerinin çocuğa sürünmemesine dikkat ederek onun yanına yaklaştı: “Heyecanlanmayın çocuğum" dedi. “Sayın ABD Başkan Yardımcısı size sadece bir merhaba demek istiyor. Lütfen heyecanlanmayınız." Cici çocukların annelerinin diliyle tanımlamak gerekirse tam bir “sokak çocuğu” olan bu çocuk hariciyecimizin sözlerinden hiçbir şey anlamadı. “Ben ne yaptım ki beni götürüyorlar, amca?" diye ağlamaya başladı “Biz burada pasta seyrediyorduk. Kaptık da kaç­tık mı sanki pastaları?" Çocuğu güç bela yatıştırdıktan sonra Johnson'ın yanına ge­tirebildiler. Johnson, arabasından elini uzattı çocuğun elini sıkmak istedi. Çocuk kendine uzatılan eli tutar tutmaz “şap" diye öpüver­di ve alnına götürdü. Johnson, çocuğun bu davranışından etkilendi. “Haydi bakalım, burada iniyoruz” dedi ve iki üç adım öte­deki üçüncü sınıf pastaneden içeri daldı. “Bütün masaları ortaya ge­tirin, yanyana dizin” dedi pas­tacıya. “Bütün sandalyeleri de masaların çevresine yerleşti­rin.” Bizim hariciyeciler bir yandan Başkan Yardımcısı’nın söylediklerini pastacıya tercüme ediyorlar, bir yandan da hep birlikte masaları ortaya diziyorlardı. Johnson masanın orta bölümüne oturdu ve çevresindekilere seslendi: "Dışarda çocuklar vardı" dedi. “Çağırın onları, yanıma otursunlar. Dışarda başka ne kadar çocuk varsa hepsini çağırın... Onlara dondurma ısmarlayacağım." Johnson'ın sağı solu ve karşı­sındaki sandalyeler göz açıp kapayıncaya kadar Cebeci’nin o an sokakta ne kadar çocuğu varsa onlarla doldu. “Hepsine tabak tabak don­durma getirin” dedi. "Buğun 26 Ağustos. Buğun önemli bir gündür.” Ve gülerek devam etti: “Çünkü bugün ben doğdum. Bu büyük günü çocuklarla bir­likte dondurma yiyerek kutlayacağım. Hey, AP adamı... Sen tam karşımda ol...” Johnson bir yandan çocukla­ra eliyle dondurma ikram ediyor, bir yandan da kendi hem dondurma yiyor hem de soğuk gazoz üstüne bir daha soğuk gazoz, bir daha soğuk gazoz içi­yordu.  “Hey, AP adamı... Tamam mı?” Associated Press’ci Ahmet Uran Baran, “Tamam efen­dim” dedikten sonra Johnson kalktı otomobiline yürüdü. Beraberindeki Amerikalılar­dan biri de gitti, pastacıya bir yüz dolar bıraktı. Pastacı elindeki yüz dolara baktı. Amerikalı'ya baktı, sus­tu kaldı. “Önemli değil, üstü kalsın” dedi Amerikalı. Pastacı birden kendine geldi. “Çok teşekkür ederim efen­dim” dedi. "Yine bekleriz in­şallah...” Pastacı yine bekleye dursun, biz ABD Başkan Yardımcısı’nın arkasından o günkü Ankara gezisinin “son durağı” na gidiyorduk. Son durak, “Türkiye Büyük Millet Meclisi” idi. Onu da, sonunu önce seyret­tiğiniz bir film gibi bu bölümün ilk yazısında birlikte izlemiştik.

Etiketler:, , , , , , , , , , ,

YASAL UYARI: Bu sitede yer alan tüm içerik, METE AKYOL'a aittir. METE AKYOL'un yazılı izni olmadan, bu içeriğin kopyalanması, imzalı veya imzasız kullanılması, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

Menu Title