23 Şubat 1992

Paşayla zor bir mülakat

ATATÜRK’ÜN her ölüm yıldönümünde O’nunla il­gili bir yazı dizisi yayınla­mayı gelenek durumuna getiren Abdi ipekçi, 1968 yılının “Kasım”a yakınla­şan günlerinden birinde, pırıl pırıl bir fikirle geldi Ankara’ya; 'İsmet İnönü, bizim gazeteye 10 Kasım için Ata­türk’ü anlatacak” dedi "Çok nefis bir dizi olacağına inanı­yorum. Yarın saat 14’de randevumuz var. İkimizi de bekli­yor.” Eğer İnönü bizim gazeteye Atatürk’ü anlatacaksa bunu, anlaştığı gibi sözleştiği gibi hat­ta randevulaştığı gibi belli ki, gazetenin genel yayın müdürü aracılığıyla yapacak. Beni ne demeye beklesin? "Aslında seni İsmet Paşa de­ğil ben bekliyorum" dedi Abdi ipekçi “Çünkü sana benim ihti­yacım var. Teybini alıp, yine tonmaisterlik yapmanı rica edecektim." Teyp denilen o sihirli aygıta sahip bir gazeteci olduğum için hatırlarını kıramayacağım mes­lek abilerimin bu aygıtla ilgili ricalarını hep emir olarak benimsemişimdir. Bu rica, üstelik bir de genel yayın müdürü sıfatı ta­şıyan bir meslek abimizden gelince bir anda ricalıktan çıkar, kaşla göz arasında "büyük yerden gelen emir” oluverirdi. Pembe Köşk'te İsmet İnönü, o gün öğleden sonra konuğu Abdi İpekçi’ye büyük bir dik­katle Atatürk'ü anlatıyor, ben de aynı büyüklükteki bir başka dikkatle birinin sorularını, öte­kinin ise açıklamalarını teybe kaydediyordum. Abdi ipekçi, anlayabildiğim kadarıyla bu konuda konuşma­ya güçlükle razı edebildiği İs­met İnönü'yü kızdırmamak, üz­memek, hatta bu görüşmeye “evet" dediğine pişman etme­mek için sorularını gazeteci kimliğinin ötesinde, bir diplo­mat yetkinliğiyle ve kıvraklığıy­la soruyordu. İsmet İnönü ise yanlış bir yoruma neden olma­ması özeniyle, Atatürk’le ilgili her sözcüğünü kafasında birkaç kez süzgeçten geçiriyor, ancak ondan sonra tek tek “dudaklar­dan çıkabilir" vizesi veriyordu sözcüklerine. İpekçi, İnönü’ye saygısını eksiksiz koruyabilmek için, İnönü ise Atatürk’ün anısı­na saygısını eksiksiz koruyabil­mek için birbirleriyle sanki "ka­rınca ezmeden yürüyebilme” yarışı yapıyorlardı. Onların karşılıklı konuşmala­rını can kulağıyla dinlerken, zaman zaman kendimi finalist iki tenis ustasının bir dünya şampi­yonasında son maçlarını izliyormuşum gibi bir duyguya kaptı­rıyordum. Her ikisinin karşılıklı otur­dukları kanepenin tam ortasına yerleştirdiğim mikrofon, gerek İpekçi'nin sorularını gerek İnönü'nün yanıtlarını UHER'in ağır ağır dönen makaraları arasındaki bandlara gönderirken, gerçekte bir arşivin raflarına ye­ni yeni tarihsel belgeler depola­nıyordu. İsmet İnönü'nün gazetede en azından on beş gün boyunca bü­yük bir ilgiyle izleneceğinden emin olduğu açıklamalarını din­ledikten sonra Abdi İpekçi, al­mak istediklerini almış olmasının verdiği bir rahatlıkla, konuyu çok özel bir noktaya getirmek istedi. İsmet İnönü’ye, Atatürk’le ara­sında varolduğu ileri sürülen has­sas bir konuda da soru sordu. Bir devlet kuran iki büyük adam arasındaki bir anlaşmazlık ya da bir kırgınlık konusunda İpekçi, taraflardan birinin ilk kez konuşul­masını sağlama girişiminde bulundu. İsmet İnönü’ nün işitme aygıtındaki pillerin başına, işte hep böyle anlarda teknik arızalar geldiğine bir kez daha tanık olduğumu sandım. İnönü, soruyla uzaktan yakından en ufak bir ilintisi bile olmayan bambaşka bir konuda açıklama yaptı, çünkü. Koskoca Abdi ipekçi, koskoca İsmet İnönü’nün bu “kel alaka” yanıtı karşısında kalkıp da ‘“Paşam, Paşam... Ben diyorum Çanakkale Boğazı, siz diyorsu­nuz sıcak kahveden yandı bu fa­kirin ağzı” gibilerinden bir sapla­mayla onun sözünü kesecek de­ğildi, elbette... İnönü'nün bu açıklamasını, tam bir İngiliz cen­tilmeni nezaketi sergileyerek sonuna kadar sabırla dinledi. Peki, İsmet İnönü soruyu niçin anlayamamış ya da duyamamıştı?.. Ve niçin hiç de ilgisi, ilintisi ol­mayan bir biçimde yanıtlamıştı?.. Aslında İnönü'nün işitme aygı­tının başına bir teknik arıza gel­miş değildi... Ayrıca İnönü, İpekçi’nin nezaketinin dayanıklılık derecesini ölçmek istemiş de de­ğildi. İsmet İnönü’nün şu anda uyguladığı gerçek, diplomatik bir nezaketle topu saha dışına at­maktı sadece. Bir ömür süresince hemen her gün antrenmanını yaptığı “karşılıklı konuşma" tek­niğini kullanmadaki üstün yet­kinliğiyle İnönü, hem kendisine sorulan bir soruyu duymazlıktan gelerek, hem de duymazlıktan geldiği soruya bambaşka bir ko­nuda yanıt vererek karşısındaki kişiye gerçekte, bu konuda konuşmak istemediği mesajını ileti­yordu. İşte böylesi üstün düzeyli bir karşılıklı görüşmenin, işte böyle­si hassas anlarında “karşıdaki ki­şi” de mesajı aldığının sinyalini yine diplomasi dilinin nezaketiyle veriyor, topun saha dışına atıldığının, kendisi tarafından da ka­bul edildiğini belirtiyor demem gerekiyor ama... I-ıh. Diyemiyo­rum. Çünkü... Diplomatlar ve politikacıların oluşturdukları ikili taraflar ara­sındaki görüşmelerde eksiksiz uygulanan bu yazılı olmayan ku­rallar, taraflardan birinin gazeteci olduğu ikili görüşmelerde genel­likle, pek aynı katılıkta uygulan­mıyordu. Diplomatlar ya da poli­tikacılar tarafından saha dışına özellikle atılan topları alıp kibar­ca oyuna sokmak, gazeteci olan karşı tarafın görevleri arasınday­dı. Bu nedenle de Abdi İpekçi, nezaketinin inceliğini göstermek­ten kaçınmadığı İsmet İnönü karşısında mesleğinin inceliğini de göstermekten kaçınmadı. Ve biraz önce sorduğu sorusu­nu, birkaç sözcüğünü değiştirip yeniden sordu. “Atatürk" dedi, “Aranızdaki anlaşmazlıklar” de­di, "Birbirinize kırgınlığınızın nedenleri” dedi ve... Topu yeni­den oyuna soktuktan sonra sabır­la beklemeye başladı. İnönü göz­lerini İpekçi’nin gözlerine dikti ve dikkat çekici bir süre konuş­madan öyle hareketsiz kaldı. Ye­niden konuşmaya başladığında yeniden konu değiştirdiği izleni­mi uyandırdı: "Sizin gazetede kaç kişi çalışıyor?” diye bu kez kendisi bir soru sordu. Abdi İpekçi, beklemediği bu soru karşısında önce şaşırdı, sonra da hafif bir tebessümle yanıt verdi: “Dörtyüz kişi çalı­şıyor, Sayın Paşam” dedi. İs­met İnönü bu kez, hesap sorar­casına bir ısrarla işaret parma­ğını Abdi İpekçi’nin yüzüne doğru sallayarak bir soru daha sordu: “Bu dörtyüz kişinin hepsiyle her konuda, her za­man hemfikir misiniz?" dedi. Ve İpekçi’yi boş yakaladı. Abdi ipekçi, yine konu de­ğiştirilmek için sorulan bir soru sanarak, bu soruyu da tebes­sümle karşıladı: “Aman Sayın Paşam, mümkün mü bu?” de­di ve gözü birden bana takıldı. Ve sanki şikayet ediyormuşcasına bir tavırla parmağını uzattı, beni işaret etti: “Başta Mete’yle anlaşamı­yoruz, Sayın Paşam" dedi "He­men her konuda beni eleştiri­yor, benimle tartışıyor.” İnönü, Abdi İpekçi'nin gös­terdiği bana bakmadı bile. Kaşlarını çattı, yüzündeki tüm yu­muşak ifadeleri bir yana attı ve sözlerinin çok iyi bir biçimde anlaşılmasını istediğini vurgularcasına bir ses tonuyla ve he­men her heceyi değil, hemen her harfi tane tane belirtircesine dikkatli bir diksiyonla, Abdi İpekçi’ ye beklediği yanıtı ver­di: “Atatürk, benim mesai ar­kadaşımdı" dedi "Kendisiyle her konuda, her zaman hemfi­kir olmam tabii ki, mümkün değildi." İsmet İnönü bu iki tümceyi söyledi ve sustu. Başımı İpekçi’ye çevirdim. O da susuyordu. Dikkatle yüzüne baktım. Sık sık ve kesik kesik nefesler alıp alıp, veriyordu. Alnının sağ ve sol yanlarının üst bölümlerinde ise küçücük küçücük ter tanecikleri belirmişti. "Zor zanaat" idi, "ağır işçi­lik” idi gazetecilik, belirli değerlere ve belirli kurallara saygı gösterilerek uy­gulandığı o evvel zaman içinde günlerde...

Etiketler:, , , , , , , ,

YASAL UYARI: Bu sitede yer alan tüm içerik, METE AKYOL'a aittir. METE AKYOL'un yazılı izni olmadan, bu içeriğin kopyalanması, imzalı veya imzasız kullanılması, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

Menu Title