Damlalar, tek tek düşmeye başlamışlardı. Başımızı kaldırıp, gökyüzüne bakmaya üşendik. Umursamadık bile. “Bir bulut geçiyordur” dedik. “Birazdan biter.” Biraz sonra sıklaşmaya başladı yağmur taneleri. “Aldırmaaa... Geçer, geçer” dedik aynı umursamazlığımızla. “Çay bardağına atılmış şeker değiliz ya, erimeyiz nasıl olsa...” Kısa bir süre sonra hızlarını yitirdiler, diner gibi oldular ama... Biz havanın değişmeye yüz tuttuğunun ayırdına varamadan, düşen damlalar, bir anda yağan yağmur oldular. Artık tane tane düşmüyorlardı omuzlarımızın, saçlarımızın üzerine; taneler, tane tane bir araya geliyorlar, binlerce, onbinlerce uzun uzun ipler oluşturuyorlar, omuz omuza vermişlercesine yanyana, sicim gibi iniyorlardı gökten. Etkilenmememiz olanaklı değildi; umursamamamız düşünülmezdi. Yağmur, içimize işliyordu.
Kendimizi suçlamaya kalkışmadan, kendimizi savunmaya kalkıştık: “Böylesini beklemiyorduk” dedik birbirimize. “Hazırlıksız yakalandık...” Gerçekten hazırlıksız yakalanmıştık bu sağnağa... Gerçekten aklımızın ucundan geçirmiyorduk, herşeyin bir anda böylesine ters yüz olacağını... Havamız çok güzeldi, çünkü. Gökte pırıl pırıl parlayan bir güneşimiz vardı; önümüz, arkamız, sağımız, solumuz apaydınlıklar içindeydi. Yalnızca mutlu değil, uygar görünümlüydük de. Sokaklarda başlarımız açık, kısa kollu, açık yakalı giysilerimizle yürüyorduk. Yanımızdan geçenler de, karşımızdan gelenler de güler yüzlü kişilerdi, sevecen bakışlı kişilerdi. Hiçbirimiz karşımızdakinin gözlerine, onun gözlerini yuvalarından çıkarmak istercesine sivriltilmiş gözlerle bakmıyorduk. Tek tek her birimiz, uygar bir yaşama kavuşmamızın toplumsal balayı rehaveti içindeydik.
Bardaktan su boşalırcasına inen sağnak altında tümümüz, bu baskın altında kalmamış olmak için ne yapmadığımızı düşünürken, bir yandan da, kendimizi kaşla göz arasında içinde bulduğumuz bu ortamdan kurtulabilmek için o an ne yapacağımızı düşünemez olduk. Kimimiz sağa, daha sağa kaçtık, orada bir saçak altında bizi korumaya hazır bir kucağın güvencesine sığındık. Sağnağın kısa bir süre sonra dineceğini sanan kimimiz döndük, yola çıktığımız kendi yerimize geldik, yine oturduk, yeniden yola çıkmamız için yine havanın açmasını beklemeye koyulduk. Kimimiz de, yer yer önümüze çıkan su birikintisi engellerine aldırmadık, ya ortalarına basarak, ya üzerlerinden atlayarak onları aştık, daha hızla sürdürdük yolumuzda yürümemizi... Sağnak giderek şiddetini arttırınca, ceplerindeki, çantalarındaki bez ya da kağıt mendillerle başını örtmeyi deneyenlerimiz oldu; ceketlerinin yakalarını kaldırıp, başlarını içine gömmeye çalışanlarımız oldu; başlarını öne eğerek, bellerini doksan dereceye yakın bükerek yürüyenlerimiz oldu ama... Çoğumuz, belimizi bükmeden, başımızı eğmeden ilerledik yolumuzda.
Bir haber geldi, tümümüzün kulaklarına: “Kentimizin varlığını, halkımızın yaşamını borçlu olduğu barajımızda su düzeyi, belirli bir çizginin üstüne çıkmaya başlamış.” Durması gereken çizginin üstüne çıkan suyun ağırlığının ve basıncının, barajımız için büyük bir tehlike oluş turacağını biliyorduk. “Bizim barajımız sağlamdır, birşey olmaz” aymazlığımızı biraz daha sürdürürsek, barajımızın yıkılabileceğini, çökebileceğini, kentimizin de, halkımızın da sular altında yok olacağını biliyorduk. Görevlilerde de bir önlem almak niyeti yoktu. Sinirlerimizin en gergin olduğu bu anda, havalara zıplayacağımız denli sevinçli bir haber aldık: “Sorumlu gençlik, sorumluluklarını yerine getirdi ve baraj kapaklarını açarak çizgiyi aşan suyu boşalttı, kentimizin ve halkımızın rahat bir nefes almasını sağladı.” Sevinç veren bu haberin arkasından, gurur veren bir haber de geldi: “Sorumlu gençlik namus sözü veriyor: Barajımızda biriken su, biz var olduğumuz sürece hiçbir zaman tehlike çizgisini geçemeyecektir.
Halkımız rahat ve güvencede olsun: Bizim birinci görevimiz, bu barajımızı korumak, kollamak, ona gözümüz gibi gibi bakmaktır. Varlığımızın temeli bu baraj, bizim en değerli hazinemizdir, çünkü...” Kendilerini inançla, güvenle, gözümüz gibi koruduğumuz, sakındığımız gençlerimizin, ortak varlığımızı böylesine içtenlikle sahiplenmelerine tanık olduğumuz sürece, biz artık korkmuyoruz ne kardan, ne kıştan, ne yağmurdan, ne sağnaktan... Ve asla kuşku duymuyoruz en değerli hazinemiz barajımızın yıkılmasından, çökmesinden...
İnanıyoruz ve güveniyoruz çünkü, onların sorumluluk bilincine ve bilinçli sorumluluğuna...