Yassıada duruşmalarının başladığı günden bir gün önce Binbaşı Orhan Erkanlı, duruşma salonunu tanıtmak ve duruşma kurallarını anlatmak için gazetecileri adaya götürürken, vapurda “uyarıcı” bir konuşma da yaptı.
O dönemde “sınırsız sorumsuzluk”la Türkiye’yi yönetmek yetkisine sahip Milli Birlik Komitesi’nin 38 üyesi arasında bulunan Binbaşı Orhan Erkanlı ayrıca, “Yassıada ve kara arasındaki irtibatı düzenlemek” gibi ek bir görev de üstlenmişti.
Binbaşı Erkanlı uyarı konuşmasını yaparken, o günkü notlarıma bakarak yazıyorum, şöyle bir tümce de kullandı:
“Yarından itibaren izleyeceğiniz duruşmalarla ilgili haberlerinizi ve yorumlarınızı gazetelerinize yazarken, hiçbir zaman bir Türk gazetecisi olduğunuzu aklınızdan çıkarmayacaksınız.”
Büyük bir bölümünün yüzünü gazetelerdeki fotograflarından tanıdığım, bir bölümünün adını ortaokul Türkçe kitaplarımızdaki “yazı örnekleri”nden de bildiğim Türk basınının “dev kalemleri”nin oturduğu güvertenin en arkalarındaki yerimden başımı kaldırdım, bu söze kimin ne karşılık vereceğini merakla bekledim.
Tek kişiden ne bir ses, ne bir nefes çıktı.
Tam o anda, bu büyük gazetecilerin arasına nasıl da girdiğine akıl erdiremediğim bir aslanın, ürkütücü kükremesiyle irkildim:
“Binbaşı, binbaşı, söylediğiniz o son söz pek anlaşılmadı. Ne demek istediğinizi açık açık söyler misiniz?”
Önce birkaç kez içimden “Kim bu adam, kim bu adam?” diyerek kendi kendime sordum; sonra cesaretimi toparladım, sorumu bir kez de yanımdaki kişiye sordum.
“Nizamettin Nazif” dedi.
27 Mayıs sabahından, 13 Ekim’in o anına değin dörtbuçuk aydır kimseden ters bir söz duymamaya alışık Binbaşı Orhan Erkanlı, hem de uyarıda bulunduğu bir kişiden, üstelik vapur koltuğuna yan oturarak konuşan bir kişiden böyle bir karşılık alınca, frenlemek gereksinimi duymadığı öfkesini, tüm gücüyle o aslanın üstüne sürdü:
“Yassıada duruşmalarının haberlerini ve yorumlarını gazetelerinize yazarken siz de en az, Nürnberg Duruşmaları’nı gazetelerine yazan Alman gazeteciler kadar milliyetçilik duygularınızı ön planda tutacaksınız.”
Binbaşı Erkanlı, yükselttiği ses tonunu da eklemesine karşın bu sözüyle öfkesinin tümünü boşaltamayınca, bu kez kaşlarını da çatarak, içinde kalan son öfke damlasını da fırlattı:
“Şimdi anlaşıldı mı, beyefendi?” dedi.
Nizamettin Nazif Tepedelenli, oturuş biçimini bile değiştirmeden, bu son öfke kalıntısını da püskürttü:
“Bu sözün anlaşılacak bir yanı var mı ki anlaşılsın, binbaşı?” dedi, sustu; karşısındakini de susturdu.
Dönüşte, güvertede tek başına oturan Nizamettin Nazif Tepedelenli’nin yanına gittim, kendimi tanıttım, kendisini tebrik ettim ve bugünkü “çıkış”ına hayran kaldığımı söyledim.
Bir dede-torun ilişkisinin uç noktalarında olmamıza karşın aramızda o gün vapurda başlayan tanışıklığımız, o akşam beni ısrarla götürdüğü bir Beyoğlu gecesinin barında, uzun ve sağlam bir dostluğun temeline dönüştü.
Onun, “Bir gazeteci anlatmak istediğini anlatabilmek olanağı bulamadığı zor dönemlerde, anlatmak istediğini anlatamadığını anlatarak da anlatmış olur” sözünü hiç unutmadım, yeri ve sırası geldiğinde de hep “uyguladım.”
***
Silivri duruşmalarında özellikle savunmaları dinlerken, rahmetli Nizamettin Nazif Tepedenli’yi hemen her anımda yanımda duyumsuyorum.
Bir Prof. Haberal savunmasını yapmak üzere sanık kürsüsüne ilerlerken, oturduğum basın bölümünden fırlayıp, Prof. Haberal adına karşımdaki kürsüye doğru Nizamettin Nazif gibi şu sözleri kükremek istiyorum:
“Bütün ömrümü hizmetine vakfettiğim milletimin huzurunda, o yüce milletim adına yargılanıyor olmam, bana verilebilecek cezaların en büyüğüdür.
Yeryüzündeki bütün cezalar, bu nedenle, kişisel insanlık değer ölçülerimde, anlamlarını, dolayısiyle önemlerini yitirmişlerdir.
Şimdi mahkemenizde görev sırası, tüm vicdanınız ve sorumluluğunuzla, tarih karşısında kendinizi yargılamanıza gelmiştir.”
Benim kükreyerek anlatamadığım bu sözleri Prof. Haberal, en nazik sözcüklerle ve en yumuşak bir ses tonuyla, bir tümcede anlatıverdi:
“Ben burada savunma yapmak için bulunmuyorum” dedi, savunmayı bıraktı, savcının asılsız ve dayanaksız suçlamalarına yanıt verdi.
Bir Prof. Kemal Alemdaroğlu, “Bu duruşmalar sırasında öğrendikleri de olduğunu” anlatırken kullandığı, “Evet, öğrendim; öğrenmenin yaşı yoktur” tümcesiyle, “anlatmak isteyip de anlatamadıklarını anlatırken”, bir insanın kişisel onuruna, namusuna ve haysiyetine karşı yapılan asılsız ve dayanıksız ithamlar karşısında o insanın duyabileceği üzüntüyü kendi de yaşayarak öğrenmek zorunda bırakılması yanısıra, üstelik o ana değin, bohçacı kadın dedikodusu örneği o asılsız ithamlar karşısında savunma hakkından yoksun bırakılmasının isyanını da anlatmış oluyordu.
***
Aradan yıllar, yıllar da geçmiş olsa, unutulmuyor kimi olaylar, kimi kişiler, kimi sözler, kimi öğütler…
Bilmem anlatabiliyor muyum…
Etiketler:Mehmet Haberal, Milli Birlik Komitesi, Nizamettin Nazif, Nizamettin Nazif Tepedelenli, Nürnberg Duruşmaları, Prof. Kemal Alemdaroğlu, silivri, Yassıada