01 Ekim 2015
Doğu’dan, Güneydoğu’dan Sesler, Görüntüler…
Deprem gecesinin sabahı güneş doğarken girdim Bingöl’e. Kentin girişindeki Yatılı Bölge Okulu’nun depremden sağ kurtulan öğrencileri, okul bahçesinin bir bölümünü kaplayan yıkıntıların olduğu yerde, bir gün önce birlikte bir futbol topunun peşinden koşuşturdukları sınıf arkadaşlarının şimdi cansız bedenlerini çıkarıyorlardı.
15-16 yaşındaki öğrenciler, yıkıntıların altından çıkardıkları arkadaşlarının önce yüzüne bakıyorlar, sonra adını haykırarak onun kim olduğunu çevreye duyuruyorlar, daha sonra da yüzünü gözünü elleriyle sildikleri arkadaşlarının başında hıçkırarak ağlaşıyorlardı.
Ağlaşmalarına bir süre ara verdiklerinde arkadaşlarını götürüp, bahçenin bir köşesine biraz önce yatırdıkları arkadaşlarının yanına bırakıyorlar, kendileri yeniden yıkıntıların arasına giriyorlardı.
İki kolumu iki yanıma uzattığımda ancak iki ucundan yakalayabildiğim büyüklükte bir beton parçası aldım, dizimin üstüne oturttum ve “Bakın çocuklar” deyip, ellerimle bastırdım, onların gözleri önünde, dizimin üstündeki beton parçasını ikiye böldüm. “İşte arkadaşlarınızın katilleri, çocuklar” dedim. “Bu katiller, kat betonu diye sözüm ona bu betonu döken müteahhitle, onun bu yapısını onaylayan ‘Fen İşleri Müdürü’dür.”
* * *
Aynı kat betonunu, üç yıl önceki Varto depreminde, Varto Yatılı Bölge Okulu’nun yıkıntısında da görmüştüm. Ortasında, kalorifer kazanındaki suyun sıcaklık derecesini gösteren bir saat bulunan ve L harfi biçimindeki bir demirle kalorifer kazanına bağlanmış bir gösterge, üzerine çöken üst kat betonunu delmiş, kat betonunun üstüne çıkmıştı.
Muş’un Varto ilçesinin genç kaymakamı merhum Hasan Kafagil’in, bu görüntü karşısında alnını birkaç kez avucuna vurup, “İşte böylesi hırsız müteahhitlerin cirit attıkları bu bölgede, geliniz de idarecilik yapın” sözü bugün de kulaklarımdadır.
* * *
İran gezisini yarıda kesemediği için Varto’ya, depremden ancak bir ay sonra gelebilen bir devlet büyüğümüzün, Ankara’ya uçakla dönebilmek için Erzurum’a giderken Hınıs civarında yolun kenarında kendisini bekleyen köylülerle konuşması da gitmiyor yıllardır kulaklarımdan. Yol kenarındaki köylüleri görünce arabasından inen devlet büyüğümüz, köy halkı adına konuşan tunç tenli, beyaz sakallı bir ihtiyara ne söyleyeceğini sordu.
Arkasındaki kadınlı, erkekli, çoluk çocuklu köylüleri adına konuşan ihtiyar, “Deprem hasar tespit heyeti”nin köylerine gelmediğini ve bu nedenle depremin ilk gününden beri perişanlıklarının devam etmekte olduğunu söyledi. Devlet büyüğümüz, karşısındaki köylü büyüğünün sözüne inanmadı. “Hasar tespit komisyonunun gitmediği ve yardımın ulaşmadığı köy kalmamıştır” dedi.
Köylülerin sözcüsü ihtiyar, bunun doğru olmadığını söyledi:
“Bizim köye vazgeçtik yardım malzemesi gelmesinden, hasarımızın ne kadar olduğunu tespit edecek komisyon bile gelmemiştir” dedi.
Devlet büyüğümüz yanındaki İmar ve İskan Bakanı’na döndü:
“Filanca Bey” dedi. “Siz önceki gece Muş’ta bana verdiğiniz brifingde, hasar tespit komisyonunun gitmediği ve deprem yardımının ulaştırılmadığı köy kalmamıştır demiştiniz. Bakın vatandaş ne diyor.”
İmar ve İskan Bakanı Filanca Bey, iki avucunu belinin altında, bacaklarının yanına yapıştırdı, belini de bükerek, önce asker selamıyla bürokrat saygısı karışık bir bedensel dille, sonra da hepimizin anlayacağı bir dille şöyle karşılık verdi:
“Kendileri yalan söylüyorlar, Sayın Devlet büyüğüm…”
Sayın Devlet büyüğümüz, bakanın bu yanıtından sonra köylülerin sözcüsü o ihtiyara döndü ve elinin hareketiyle de desteklediği bir aşağılamayla ona şöyle dedi:
“Karşımda yalan söylemeye utanmıyor musun? Allah belanı versin.”
Bir devlet büyüğü tarafından, hem de hiç hak etmediği böylesi bir aşağılanma karşısında önce şaşıran köylülerin sözcüsü ihtiyar, kendini birden toparladı ve o da sert bir sesle devlet büyüğümüze karşılık verdi:
“Ben yalan söylemiyorum” dedi. “Ayrıca Allah bizim belamızı zaten vermiş…”
Devlet büyüğümüz, köylünün böyle bir karşılık vermesine çok sinirlendi:
“Benim karşımda böyle konuşmana bakılırsa, Allah’ın size vereceği daha çok bela var demektir…”
İhtiyar köylü, devlet büyüğümüzün bu sözü karşısında da sessiz kalmadı:
“Madem Allah’ın vereceği daha büyük bela var, o zaman toptan versin, hepimiz birlikte bulalım belamızı…”
Devlet büyüğümüz köylünün bu sözü karşısında elindeki asasını havaya kaldırdı:
“Götürün bu adamı karşımdan” dedi. “Gözüm görmesin bu adamı… Götürün karşımdan…”
Birkaç yüksek rütbeli görevli kişi, devlet büyüğümüzün “Götürün karşımdan” dediği ihtiyar köylüyü bacaklarından kavradılar ve onu, en arkadaki sıraya götürmek üzere 60-70 kişilik topluluğun içine daldılar.
Köylülerin arasından üç dört üst düzey rütbeli görevlinin kucaklarında götürülürken tunç yüzlü, bembeyaz sakallı ihtiyar sözcünün bedeninin belden yukarı bölümü, köylülerin başları üzerinden sanki kayıyormuş gibi bir görüntü oluşturuyordu. İşte tam bu görüntünün orta yerinde ihtiyar köylü, başını devlet büyüğümüzün olduğu yere çevirdi ve elini ona doğru sallayarak var gücüyle şöyle bağırdı:
“Götürseler götürseler en son idamlığıma kadar götürürler. Ondan öteye de senin hükmün geçmez…”
Gözümün önünden yarım yüzyıldır gitmeyen bir görüntü de budur, kulaklarımdan yarım yüzyıldır gitmeyen bir söz de budur.
* * *
Milli Eğitim Bakanı Urfa’da öğretmenlerle “meslek içi sorunlar” konulu toplantı yaparken arkadaşları ısrar üstüne ısrar etmişler, Arif Nihat Asya’nın “Bayrak” şiirini Urfa’da en güzel okuyan arkadaşlarına bu şiiri bakanın huzurunda okutturmuşlar.
“Yalnızca okumamu değil, şiiri de çok beğenmişti Sayın Bakan” dedi. O nedenle istemiş ondan, bir de yazılısını bu şiirin.
“Ben o akşam şiiri okunaklı bir biçimde özenle kağıda çekerken, meğer Sayın Bakan’ın işi aceleymiş, arabasına atladığı gibi gitmiş Ankara’ya” dedi.
O da ertesi gün bir otobüse binmiş, Sayın Bakan’dan bir gün sonra Ankara’ya gitmiş. Önce Özel Kalem Müdürü’ne derdini anlatmış:
“Sayın Bakan’ıma bizzat kendim arz etmeliyim” demiş. “Kendisi benden istedi. Çok özel bir isteğidir.”
Sonunda kendini, makam odasında, Milli Eğitim Bakanı’nın karşısında bulmuş. Sayın Bakan iki gün önce Urfa’daki toplantıda birdenbire ayağa kalkıp, “Bayrak” şiirini okuyan öğretmeni karşısında görünce çok şaşırmış. Ne söyleyeceğini düşünürken öğretmen başlamış konuşmaya:
“Urfa’da arzedemedim, hemen ayrılmışsınız Sayın Bakan’ım” demiş. “Benden emrettiğiniz Bayrak şiirini yazdım, getirdim, efendim.”
Sayın Bakan teşekkür etmiş ve Urfa’ya dönüşünde iyi yolculuklar bile dilemiş.
Fakat Urfa’da ertesi sabah okula gittiğinde, eline bir mektup tutuşturmuşlar. Mektupta, “Bakanlık emriyle buraya, Bitlis’e atandığı” bildiriliyormuş.
* * *
Bitlis’te, memurların “Şehir Kulübü” adı verdikleri “lokanta-meyhane” karışımı bir yerde, yan masadan bir kişi karıştı söze:
“Muallim beyin böyle yüreği yanarak anlattıklarına bakıp da, dünyalar onun başına yıkılmış sanmayın sakın” dedi. “Buradaki biz devlet memurlarının buraya, Bitlis’e sürülmesinin hikayesi az buçuk değişiklik gösterir ama, nedeni değişmez, hepimiz aynı nedenle buraya sürülmüşüzdür.”
“Siz de öğretmen misiniz?”
“Hayır, ben hakimim…”
Hakim bey bardağındaki rakısının kalan yarısını da bir dikişte yudumladı:
“Dedim ya, buradaki hepimizin buraya sürülme nedenimiz aynıdır diye” dedi ve sanki masaya yumruk vuruyormuş gibi öfkeyle o nedeni de açıkladı:
“Bizim devletin gücü, bizi ancak buraya sürmeye yeter de, biz hepimiz, ondan buradayızdır” dedi. “Çünkü buradan ötesi, Tahran’dır.”
* * *
“Güzel ülkemiz”in doğusundan ya da güneydoğusundan ne zaman “ters bir olay” sesi gelse kulağıma, kıyamam anında bölgenin masum insanını suçlamaya…
Büyük bir bölümünü Doğu ve Güneydoğu Anadolu’muzda, o yörenin insanları arasında, onlar için, onlarla birlikte geçirdiğim altmış yılı aşkın meslek yaşamımda gözlerimin önünde öylesine çok sıralanmış olaylar, kulaklarımın içinde öylesine çok birikmiş sesler var ki…
Şimdi gözlerimin önüne getirilen her olaya bakıyorum ama “gördüm” diyemiyorum, kulağımın dibine getirilen her sesi duyuyorum ama, “duydum” diyemiyorum.