03 Ocak 1993
Aniköy’ün İlkokullu Çobanları
Önemli bir bölümünü hem doğasını, hem insanını daha yakından tanımak tutkusuyla adım adım diyebileceğim bir özenle dolaştığım Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yanımda hep, kocaman bir torba dolusu renkli kağıtlı şekerler taşıdım.
Köylülerin çaylarını içtiğim kahvelerin önünde koşuşup oynayan
“bebe” lere, yol üstünde rastladığım çocuklara dağıtırdım bu şekerleri.
Mesleksel bir titizlikle ve yanlış anlaşılabilme olasılığı kuşkusuyla şirket adlarını bugüne değin saklı tuttuğum Kent Şekerleme Şirketi’nin sahip ve yöneticilerine, bağışlarlarsa, açık teşekkürlerimi, aradan on yedi yıl geçtikten sonra ancak şimdi sunmak istiyorum.
Önce önerilerini yaptılar, sonra ardı arkası kesilmeyen koliler dolusu bağışlarını yaptılar.
“Tüm Türkiye'deki gezilerinizde, özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da yaptığınız gezilerinizde karşılaştığınız çocuklara, avuçlar dolusu dağıtın lütfen bu şekerleri” dediler.
Hemen mesleksel kalkanımı kaldırdım, katı bir savunma hareketıyla karşıladım onların bu önerisini:
"Bu cömert bağışınız karşılığında firmanızın adını geçirmemi bekliyorsanız yazılarımda, bu işi başlatmadan bitirelim" dedim
“Bir şirket reklamının kokusuna bile dayanamam yazılarımda..."
Kent Şekerleme Şirketi’ nin sahip ve yöneticileri, bu sözleri söylediğime beni pişman ederlercesine bir cömertlikle bombardımanlarını başlattılar.
Onların sadece nezaketleri, cömertlikleri ve iyi yüreklilikleri karşısında utanmakla kalmadım, kim bilir kaç çeşit ve kaç tat şekerlerinin ardı arkası kesilmeyen kolileri altında ezildim de...
Tüm gezilerimde bu kolileri otomobilimin bagajına yerleştiriyordum, içlerinden avuç avuç alarak doldurduğum torbaları da, avuçlayıp dağıtması kolay olsun diye, yanımdaki koltuğa koyuyordum.
1974 yılın Ekim ayında
Aniköy' e giderken de şeker torbam yanımdaydı.
Aniköy,
Türkiye’nin en uç köylerinden biridir.
Kars'tan da doğudadır. Bir zamanların S
ovyetler Birliği ile burun burunadır.
Arkasına tüm
Türkiye’yi alıp, bu dev ülkeye karşı duran coğrafik özelliğinin de verdiği bir gurur içinde
Aniköylüler, “Yurdun kalkanıdır Aniköy” diyerek kabartırlar göğüslerini, gerçek bir kalkan sertliğiyle.
Aniköy’ e birkaç kilometre kala, yol üstündeki merada otlayan hayvanlar, yol kenarında da, toplanmış, kendi aralarında konuşan çocuklar gördüm.
"Tam şekerlik bunlar” diyerek geçirdim içimden ve otomobilimi yavaşlattım, yanlarında durdurdum.
Önce
‘‘merhaba” dedim, sonra da torbamdan çıkardığım ilk dolu avucumu uzattım. Merhabamı içtenlikle aldılar, fakat şekerimi kesinlikle almadılar.
Bu ne etkili, bu ne köklü, ne sağlıklı bir terbiyeydi ki, bir yabancıdan, ikram şekeri de olsa, bir şey almayı ayıp sayıyordu.
Şeker torbamı yanıma koydum, onlarla birlikte yere oturdum ve... Bir, iki, üç derken, birbirimize öyle ısındık, öyle ısındık ki... Ortaya dökülen bir derdi birlikte paylaştık, bir anda bütünleştik birbirimizle.
Recep Çakmak, Müslim Gürol, Ahmet Kiremitçi, Ahmet Günay ve Veysel Satır, “Bakmayın şimdi burada mal güttüklerine”, aslında öğrenci idiler.
Recep Çakmak dile getirdi kendinin de, arkadaşlarının da ortak derdini
:
“Dayımız yaptı mal sahipleriyle anlaşmayı, bizim de başımızı yaktı” dedi
“Biz kışın okula gideriz, yazın da mal güderiz. Çobanlık yaparız, yani. Hayvan sahipleriyle dayımız konuştu, bizim yerimize o anlaştı. Dayımız konuşurken, (Kar düşene kadar) diye yapmış anlaşmayı mal sahipleriyle. Yani biz bu malları bütün yaz boyunca güdeceğiz, sonra da kar düşünce işi bitirmiş olacağız. Anlaşma aynen böyle.”
Anlaşma aynen böyle ama…
Ekim’in son günleri olmasına karşın
Kars’ın da,
Anikoy’ ün de göğünde hala tek parça bulut yok. Bulutun olmadığı gökten de kar yağmıyor ki... Kar yağmayınca da, “
çocukların yükümlülükleri’’ nin süresi dolmuyor ki...
Recep Çakmak, masmavi gökyüzünü gösterdi:
"Kar da bu yıl gecikti, her yılki zamanında düşmedi” dedi
“Bakın hala güneşlik her yer. Kar düşmediğine göre, anlaşmaya göre biz de, malları gütmeye devam ediyoruz. Hiçbir mal sahibi de bizi düşünmüyor, sadece mallarını düşünüyor.”
Bacak kadar çocuk, isyan edercesine bir yüreklilikle getirdi sözlerinin gerisini:
"Okullar açılalı bir aydan fazla oldu” dedi
"Bu anlaşmaya göre biz hala, okulumuza gidemiyoruz. Neden gidemiyoruz? Çünkü kar düşmedi ya... Anlaşmamız devam ediyor ya... İşimizi bırakamıyoruz bir türlü... Olmaz ya, mesela, bütün yıl kar düşmese buraya, mal sahipleriyle anlaşmamıza göre, biz bütün bir yıl okulumuza gidemeyeceğiz. Gelecek yıl anlaşma yapılırken, ben de birlikte konuşacağım dayımla... Okullar açılıncaya kadar güderiz mallarınızı diyeceğim, mal sahiplerine...”
Doğu Anadolu'da çobanlık, bahar sonunda karların eridiği günden, kışın ilk karının düştüğü güne kadar yapılıyor.
Mal sahipleri, bu süre için yapıyorlar anlaşmalarını çobanlarla.
"Biz şimdi burada dört yüz mal güdüyoruz... Her mal başına bir fiyat pazarlığı yapılır, kimin ne kadar malı varsa, o kadar para öder. Kış başlayınca bizim alacağımız para ise, dört yüz malın toplam parasıdır. Bunun bir bölümünü dayım alır, kalanını da biz beş arkadaş aramızda paylaşırız.”
Kazandıkları parayla ne yaptıklarını sordum.
“Kitap alırız, defter, kalem alırız, silgi alırız” dediler
“Bazen ayakkabı, bir de ceket alırız. Kasket de alırız. Hepimizin kardeşleri vardır, küçük. Onlara bir şeyler alırız. Anamıza basma alırız.”
Kar henüz düşmediği için anlaşmalarının sürdüğünü, bu nedenle okula başlayamadıklarını hatırlayınca bir kez daha üzüldüm. Onlara da söyledim üzüldüğümü:
“Bakın bir ay oldu okullar başlayalı” dedim
“Üstelik bu yıl beşinci sınıfı okuyacaksınız... Çok geri kaldınız derslerden...”
Kabul etmediler derslerden geri kaldıklarını:
“Biz kendi aramızda hallettik o meseleyi” dedi
Recep Çakmak “Kar vaziyeti böyle olunca. Kendi aramızda özel bir anlaşma yaptık. Bunlar malları güdüyorlar, ben de okula gidiyorum. Öğretmenin dediklerini bir bir kafamda tutuyorum, sonra da gelip, bunlara anlatıyorum. Kar düşüp de çobanlık işimizi bitirip, hepimiz birden okula gittiğimizde, içimizden hiç birimiz de, sınıftaki hiç kimseden geri kalmış olmayacak.”
Onları uzaktan gördüğümde, yol kenarında oturmuşlar, kendi aralarında konuşuyorlar, eğleniyorlar sanmıştım.
Meğer o an
Recep Çakmak, okuldan gelmiş, arkadaşlarına o sabah derste öğrendiklerini anlatıyormuş.
Tek tek her birinin ellerini sıkarak ayrıldım yanlarından. Bütün hırsımı gaz pedalından çıkararak devam ettim
Aniköy’ e doğru. Öğleden sonra ise
Aniköy' den
Kars’a dönerken. Yolun aynı yerinde, onları yine gördüm uzaktan.
Otomobilimi tanıdılar, yolun ortasına çıktılar. Bana hayırlı yolculuklar dilemek istediklerini sandım. Yanlarına yaklaştıkça yavaşladım, yavaşladım, tam durmak üzereyken bir de baktım...
Recep Çakmak elini havaya kaldırmış, oturduğumuz yerde bıraktığım şeker torbamı gösteriyor, unuttuğumu anlatmak istercesine bir telaşla sallayarak, durup almamı işaret ediyordu.
Duruyormuşum gibi yaptım, daha da yavaşladım. Otomobilin önünden, yolun ortasından çekildiler, yan kapıya doğru geldiler.
İşte tam o an, bir kez daha çıkardım hırsımı gaz pedalından.
Dikiz aynasından baktım... Küçük çobanları göremedim.
Ufff…
Amma da toz kaldırmışım meğer o gün arkamda...
Etiketler:5.sınıf, Aniköy, Çobanlar, Defter, Doğu Anadolu, Kar, Kitap, mera, Okul, Recep Çakmak, Şekerleme