13 Ekim 1991

En güzel Başbakan eşi Berna Yılmaz

Aranızda Ernest Hemingway'in eşini gö­ren var mı? Kayıp aranıyor operasyonu değil, kü­çük bir sınav yapıyo­ruz. “Yaşar Kemal'in eşini göreniniz var mı?” Onu da göreniniz yok, demek ki. “Pekiii... Fenerbahçeli Rıdvan’ın eşini gördünüz mü?” Onu da görmediniz Allah bilir, siz Gregory Peck’in eşini de görmemişsinizdir, Paul Newman’ın, Eşref Kolçak’ın, Prof. Gazi Yaşargil’in, Vehbi Koç’un, Melih Aşık’ın eşlerini de görmemişsinizdir. Önünüze dört hanımın fotoğraflarını sıralasak ve “Bu dört hanımdan hangisi Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın eşi?” diye sorsak, seyrek olasılık dışında bu sorumuza da doğru bir yanıt veremezsiniz. İster ünlü bir bi­lim adamı, ister ünlü bir yazar, ünlü bir sanatçı, ünlü bir sporcu olsun... Takdir ettiğiniz, sevdiğiniz, alkışladığınız tüm ünlü kişilerin birinin bile eşini görmedi­ğinize bahse girebiliriz. Çünkü bu ünlü kişilerin her birinin "arkasındaki kadın” gerçekte “gö­rünmeyen kadın”dır. O nedenle hiç birimiz, görmemişizdir, görememişizdir on­ları. Bu olgunun Şam’la Bağdat zıtlığındaki öteki görünümü, ünlü politikacıların “arkaların­daki kadın”dır. Ünlü bir politikacının "arkasındaki kadın” kocasını kadar olmasa da ona yakın bir yaygınlıkta tanınmak­tadır. Çünkü o görünmeyen de­ğil, görünen kadındır. Başarılı her erkeğin arkasında olduğu var sayılan kadın, eğer ünlü bir politikacı eşiyse, ko­casının arkasında değil, ya sa­ğında ya solundadır ama onun hep yanındadır. O nedenle, hepimiz çok iyi tanırız onları. George Bush’un Barbara’sını, Gorbaçov’un Raisa’sını, Turgut Özal’ın Semra Hanım’ını, Süleyman Demirel'in Nazmiye Hanım’ını, Bü­lent Ecevit' in Rahşan Hanım’ ını tanımayanımız var mı? Son Başbakanımız Mesut Yılmaz gerçi az zamanda büyük işler başardı ve “sade milletvekilliğinden" orta şekerli ANAP Genel Başkanlığı’na kadar yük­seldi ama... Bir yandan işçinin memu­run aylıklarına zam yapayım derken, bir yandan kendini Fransa'nın Seguela adlı Zati Sungur’una tanıttırayım der­ken, sanki TV’de konuşuyor da son söylediği sözcükten bir son­raki sözcüğü bulamamış gibi yaptı, eşini ulusuyla tanıştıracak zamanı da bulamadı. O nedenle Berna Yılmaz’ı, henüz Başbakan eşi olarak ta­nıyamadık. Eşinin Parti Genel Bakanlığı yarışına hazırlandığı dönemde, yerli fotoğrafçılar tarafından çekilmiş aile fotoğraf­larından hatırlamaya çalıştık kendisini. Bir zamanlar Hollywood yıldızlarında aranılan düzeyde bir güzelliğe sahipti ve koltuğun hemen yanında ayakta duran eşine, evinin oturma odasından çok, bir film sahnesinde eşlik ettiği izlenimi uyandırıyordu. Bir kız kardeşe özgü içten­likli gülümsemesiyle dışa yansı­yan mutluluğu, gülen gözleriyle daha somutlaşıyordu. Dizlerinin üstünde birleştir­diği ellerinin uyumundan, giy­sisindeki renklerin uyumuna, saçının modellinden ayakkabılarının modelline kadar tüm dış görünümü, belirli düzeyin üs­tünde bir estetik zevki sergili­yordu. Bu zarif yapısıyla Berna Yıl­maz, bir erkeğin “Yanındaki kadın" olmanın ötesinde “Ya­nındaki Erkeğin” kendisine re­fakat ettiği bir "Primadonna" düzeyi sergilemektedir. Bu özelliği onu, bir zamanların Jacquline Kennedy’sinin, elle tutulmaz, göze görülmez tahtına oturtmaktadır. Dünyada genç, zarif ve gü­zel bir eşe sahip pek az politika­cıdan biri de Jonn F. Kennedy idi. Eşi Jacqueline Kennedy ile Paris’ e gittiğinde, nezaket edebiyatında hala ışıldayan harflerle yerini alan şu sözleri hem de bir Amerika başkanı olarak kullanmıştır; "Bu gezimde kendimi Pa­ris'te bir Amerika başkanın­dan çok, Jacqueline'nin bir re­fakatçisi olarak görüyorum.” Şimdi sabırla ve merakla önümüzdeki birkaç günü bekli­yoruz. Bakalım, Başbakanımız mı, yoksa muhalefet liderimiz mi refakat edecek, genç, zarif ve güzel eşine... Fotoğraflarından değil de mesleksel talihimizle yakından tanıma olanağı bulabildiğimiz ünlü Türk politikacıların “ya­nındaki kadın" bir rastlantı so­nucu mudur, dünya genelinde de öyle midir, yoksa Türkler’e ve Türkiye’ye özgü bir özelliğin gereği midir bilinmez, nedense kocasının “tıpkısının aynısı" ol­muştur hep. “Anasına bak, kızını al” ör­neği, bizim ünlü politikacılarımızın eşlerini tanıyabilmemiz için, kocalarına bakmamız yeter­li oluyor. Kısa metrajlı Başbakan Naim Talu' ya bakın… O’nun ağır­başlı, sakin, tane tane konuşan ve mahçup görünümlü özellik­lerini, eşi Gevheri Hanım’da ay­nen görebilirsiniz. Başbakanlık görevini bir cephe görevi olarak yorumla­yan, Başbakanlık süresini ise bir nöbet devresi örneği kabullenen Emekli Oramiral Bülend       Ulusu’nun, “gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım” yöntemli görev bilinci ve aşkını, eşi  Mirzat Ulusu’nun, tüm ilişkilerini “eski dost, yakın komşu"  çevresinin dışına taşırmamaya gösterdiği özende görebilirsiniz. Yıldırım Akbulut’un, koyu renkli Beymen takım elbise giyip, jöleyle yapıştırdığı saçlarının ön bölümünden bir tutamını alnının sol tarafına düşürdükten sonra, kaşlarının uçlarını alnının ortalarına doğru üçgenleyerek biraz tombullaşmış bir Clark Gable görünümü oluşturmasına karşın, kendini bile kabullendiremediği başbakanlığına hoşgörüyle bakayım derken, kantarın topuzunu biraz kaçırıp, hoşgörülü tavırla boşvermişlik tavrını  karıştırması ile... Eşi Saima Hanım'ın “Bilmemek değil, öğrenmemek ayıptır" kalkanına sığınıp, İngiliz Kültür Heyeti’ nin “beş dakikada İngilizce" yöntemli hızlandırılmış kursunun ön sırasında otururken gazetecilere gülümsemesi arasında bir anlam farkı yoktur. Onun bu davranışı “kocasına bak, eşini tanı" sözüne bir Bülent Ecevit’in önce ‘ipi göğüsleyeceğine" inanarak kalktığı deparda, formasız da olsa, onun yanında koşan eşi Rahşan Hanım. 12 Eylül kazası sonunda zorunlu tedavi altına alınan ­eşinin sırtındaki formayı kendi sırtına geçirmiştir. Rahşan Hanım'ın, eşinin formasıyla katıldığı yarıştaki ipi göğüsleyemesem de yarışı bitireceğim" inancı, Bülent Ecevit'in "ipi göğüsleyeceğim” inancından hiç de farklı değildir. Süleyman Demirel'in "kö­kenini koruma" yapısının aynı modeli, eşi Nazmiye Hanım'ın da kişiliğinde görülmektedir. Frak ve smokinin, vizon şal ve uzun ipek tuvaletin bile gölgeleyemediği “Türk köylüsünün ve Türk köyünün folklorik ve etnografik özellik ve izlerini” sa­dece Süleyman Demirel değil, en az onun kadar eşi Nazmiye Hanım da sürdürmektedir. Turgut Özal'ın, gıda kontrol hapı kullanmaktan nefret eden tutumunu kendi de harfiyen benimseyen eşi Semra Hanım, bu özelliği eşiyle ortaklaştığını, bir yemek masasında onunla çatal bıçak temposu uyumu sağlamaktan çok "görün beni, inanın bana” diyerek, tüm fiziksel varlığıyla kanıtlamaktadır. Turgut Özal'ın, ulusça yıllardır tanığı olduğumuz girişimci cesareti, "Allah'tan korkar, kuldan kurttan korkmaz" efeliği, bulaşıcı özellik taşımıyorsa eğer, eşi Semra Hanım'ın da doğasından kaynaklanmaktadır. "Ay şimdi Ordu ne der acaba?" kuşkusuyla en az dört kez ulusça yüreklerimizi ağzı­mıza getiren Turgut Özal'ın böylesine davranışları, değişik boyutta olmalarına karşın, özünde Semra Hanım’da da görülmektedir. Adına “cesaretine inan­mak" ya da “inancından aldığı cesaret” diyebileceğimiz bu davranış biçimini Semra Ha­nım, kimi ANAP'lıların “Ay şimdi Mehmet Keçeciler ne der, ay şimdi Cemil Çiçek ne der?” korkuları karşısında, bir saniye bile duraksamaksızın uygulamıştır. Doğal ve ruhsal yapıları eşleriyle eksiksiz bir uyum içinde olan öteki iki lider ya da eski Cumhurbaşkanı; İsmet İnönü ile Cemal Gürsel’dir. İsmet İnönü’ de, kişinin devlet makamından kaynakla­nan sıfatına saygı, o kişinin ki­şiliğine saygıdan önde gelmiş­tir hep. Orduda bir subayın omuzunda görülebilecek en yüksek rütbeye ulaşan Orge­neral Cemal Gürsel’ in doğa­sındaki “babacan” yapısına, “Ağalık" yapısını da eklemiş­tir. İsmet İnönü’nün deneyim birikimini özetlemek için kul­lanılan, “herkes için istikbal olan, onun için mazidir” sözü, sınırları darlaştırılmış bir an­lamda Cemal Gürsel için de kullanılabilir. Yıllar önce tanığı olduğum ve eski iki Cumhurbaşkanımı­zın kendilerine özgü yapılarını belirten aşağıdaki olayı şimdi size naklederken gerçekte, ana konumuz olan “erkeğin arka­sındaki kadın” ya da ‘‘politi­kacının yanındaki kadın"ın, hiç de kolay bir görev yüklen­miş olmadığına da belki bir açıklık getirebiliriz umuyorum. Ülkeyi 27 Mayıs’a götüren olaylar giderek yaygınlaşıp üniversite bahçelerinden kaldırımlara, kaldırımlardan da meydanlara taşmaya başlayın­ca, ülke yöneticileri 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı kut­lama törenlerini yasakladılar. Aradan bir hafta geçince 27 Mayıs başa geldi. 27 Mayıs'tan tam bir gün sonra ülkenin yeni yöneticileri başa geldi, onların başa gelmelerinden tam bir ay sonra da, yeni yöneticilerimi­zin akılları başlarına geldi. “Gençlik ve Spor Bayra­mını kutlamayı unuttuk bu arada" dediler ve... 19 Mayıs Stadyumu'nda üç gün sonra yapılacak Türkiye- İskoçya Milli futbol maçına, bayramı da monte ettiler: “30 Haziran günü 19 Mayıs Stadyumu'nda Türkiye-İskoçya kutlanacaktır. Bütün Ankaralılar’ı bekle­riz" dediler. “Bütün Ankaralılar"ın 19 Mayıs Stadyumu’ na sığabilen bölümü o gün bir taşla iki kuş vurmakla kalmadılar, bir taşla tam üç kuş vurdular. Hem Gençlik ve Spor Bay­ramı kutlama törenlerini izle­diler hem Türkiye-İskoçya milli maçını seyrettiler hem de... Hem de, bir aydır radyoda seslerini duydukları gazetelerde fotoğraflarını gördükleri yeni yö­neticilerini, ilk kez canlı alarak gördüler. 27 Mayıs döneminin Şeref Tribünü'nde, ilk kez o gün yüzyüze gelenler, sadece Şeref Tribünü'ndeki yöneticiler ile öteki tribünlerdeki bir bölümü de ilk kez o gün birbirleriyle yüzyüze geliyorlardı. Bu kişiler arasında dikkatleri üzerlerine en çok çeken iki kişi ise İsmet İnönü'nün eşi Mevhibe İnönü’yü Devlet Başkanı Cemal Gürsel’in eşi Melahat Gürsel'di. İsmet İnönü, Harp Akademisi’ndeki öğrencilik günlerinden başlayarak, tüm yaşamı süresince üstün bir titizlikle uyguladığı protokol kuralları çerçevesinde ve doğasında varolan nezaketi ile eşini, Devlet Başkanı Orgene­ral Gürsel'e taktim etti: “Sayın Devlet Başkanı, size eşim Mevhibe İnönü’yü takdim ediyorum" dedi. Orgeneral Gürsel, bir hanı­mefendi karşısında bir Türk er­keğinin göstererek elini uzattı. Mevhibe İnönü'nün elini sıktı “Sizi tanımakla şeref duy­dum, hanımefendi" dedi. Sıra şimdi, Devlet Başkanındaydı. Gerek Türk Silahlı Kuvvetleri’nde yaptığı tüm kademe­lerde, gerek özel yaşamında hep koruduğu babacan ve hoşgörülü tavırları nedeniyle “Ağa” adı ta­kılan Orgeneral Cemal Gürsel, İsmet İnönü’ye eşi Melahat Gürsel'i takdim edecekti. Gürsel sağına baktı, eşini göremedi. Soluna baktı, orada da göremedi. Arkasını döndü, eşi Melahat Gürsel'i, bir hanım­la konuşurken gördü. Elini uzattı, bir mengene gü­cündeki parmaklarıyla eşinin omuzunun az altından, kolunu tutup kavradı ve Melahat Gürsel'i önce kendine doğru çekti, sonra İsmet İnönü'ne doğru itti. Ve “First Lady”yi İsmet İnönü'ye şöyle takdim etti: “Bu da bizimki...” Amerika Başkan adayı John F. Kennedy, başkanlık seçimi kampanyasında "Karaman'ın koyunu" Nixon' la çekişirken, o yıl­lar da henüz “çifte dul” nişanını kuşan­mış eşi Jacqueline karnı burnunda bir anne adayı idi. O yılların "vefakar ve fedakar" eşi Jacqueline, kocasına destek verebilmek için, çift canını dişine takmış, bugün Güney, yarın Kuzey Carolina, üç gün sonra Ohio, dört gün sonra Alabama de­miyor, tüm seçim kam­panyası süresince John F. Kenndy’le bir­likte bir baştan öteki başa Amerika’yı dolaşı­yordu. Kennedy de birlik­te gittikleri tüm bu yerlerde, çıktığı tüm kürsülerde eşine de yer veriyor, halkı onunla birlikte selamlıyor, sonra onu kürsüye getirilen bir sandalyede oturtu­yor ve daha sonra da konuşma­sını yapıyordu. Bu çalışmalar tamamlanıp bittiğinde Amerika, Başkanı Kennedy'yi, Jacqueline de be­beğini doğurmuştu. Kennedy, Başkan seçildik­ten kısa bir süre sonra ilk dış gezisini o zamanların Batı Al­manya’sına yaptı. Bugünkü Almanya’nın o günkü batı yakasının başında Adenauer vardı. Yaşının 80’li onluklarını tüketti, tüketecek, 90’lı on­luklarına da bugün yarın bastı, basacak gözüyle bakılan Adenaier, konuğu Başkan Kennedy'le sohbet ederken sözü Amerikan se­çimlerine getirmiş. “Tecrübeli politikacı Nixon karşısındaki bu za­ferinizin sırrı nedir, Bay President?" demiş. Amerikalı başkanların, dost bildikleri “meslekdaş”larına hitap biçimleri, galiba o günlerden kalmış: “Çok kurnazca bir tak­tik uyguladım. Konrad"demiş “Seçim kampanyası tari­hini hesab ederek eşimi hamile bıraktım ve Jacqueline'i karnı burnunda gören halk çok duy­gulanıp oyunu bana verdi. İnan seçimlerdeki zaferimin sırrı, karımın hamileliğidir". 90'ına dayanan Konrad Adenauer, konuğuna hak verdiğini belirtircesine bir biçimde kafasını sallamış: "Bravo... Çok kurnazca bir taktik" demiş “Gelecek yıl bizde de seçimler var. Aynı taktiği ben de uygulayayım..."

Etiketler:, , , , , , , , , , ,

YASAL UYARI: Bu sitede yer alan tüm içerik, METE AKYOL'a aittir. METE AKYOL'un yazılı izni olmadan, bu içeriğin kopyalanması, imzalı veya imzasız kullanılması, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

Menu Title