24 Ocak 1993

Karaurgan Ortaokulu’nun damı…

  Kars’ın Sarıkamış ilçesinin avuç içi büyüklüğündeki meydanını çevreleyen beyaz eşya mağazalarının beton özentili yapıları arasında Cumhuriyet Kıraathanesi, sıkıştırılmış inatçı varlığıyla, kentin bu sonradan olma görüntüsü karşısında örnek alınası olgunluğuyla yaşamsal bir direniş sürdürüyordu. Katı bir inadın yanı sıra, sağlam bir inancın da sahip çıktığı varlığıyla Cumhuriyet Kıraathanesi, bu saygısal işlevine eş düzeyde, o 1974 yılından toplumsal geleneklerimizin kökenine uzanan bir köprü işlevi de üstlenmişti. Önünden geçen bir yabancıyı içeri çekip, bir yudum kahve içirmeden bırakmayacak bir çekim gücüne sahip olması ise, biraz da bu işlevinim özelliğinden kaynaklanıyordu. O gücünün büyüsüne kapılıp girdim Cumhuriyet Kıraathanesi’ne. İçerde, masaların çevresindeki kişiler, yapının tarihsel özelliğiyle ve bugünkü anlamıyla uyumlu bir bütünlük oluşturuyorlardı. Kimi çay içiyordu, kimi kahve, kimi camdan öteyi seyrediyordu, kimi gazete okuyordu... Kapıdan giren en son kişiye yaptıklarının aynını bana da yaptılar. Yerlerinden hafifçe doğrulur gibi oldular ve "Hoşgeldiniz”lerle, “Merhaba"larla, “Sefalar getirdiniz”lerle karşıladılar beni de.   Kendimi bir kent kahvehanesinin müşterisinden çok, onlardan herhangi birinin evinin, sanki baş konuğu imişim gördüm bir süre. “Sahil Doğrama Atölyesi" sahibi Hüseyin Gürbüz’le, Mahkeme Baş katibi Mahmut Alparslan’la, Devlet Hastanesi elektrikçisi Kazım Doğan, İstasyon mahallesinden Hacı Mecit Çelik, Cumhuriyet mahallesinden Aslan Taşdemir, Yukarı Sarıkamış'tan Polat Şengül ve... Hacı Ahmet Polat’la da, orada, masamın çevresinde tanıştım. Her biri, dert dolusuydu... Her birinin, kendine özgü derdi vardı. Mahkeme Baş katibi Mahmut Alparslan, “devlet adamı olmasına karşın” o bile devletten yana şikayetçiydi: “Kış geliyor diye korkup da, malınızı satmaya kalkmayın sakın dediler bize” diyerek yakındı “Devlet saman getirecek. yem getirecek, bütün mal sahiplerine ucuz fiyatla verecek dediler... (Devlet sözüdür) diye biz de inandık buna, mallarımızı satmadık. Bekle, bekle, ne saman geldi, ne yem geldi... Mallar da eridikçe eridi... Fiyatları da kendileriyle birlikte eridi tabii ve... Su fiyatına vermek mecburiyetinde kaldık hepsini...” Doğramacı Hüseyin Gürbüz’ün derdi ise, ormandan yanaydı: “Burası kış memleketidir” dedi “Eksi kırk dereceye kadar indiği olur havanın burada... Allah'tan, ormanımız var. Orman olmasa, hep ölürüz. Ne diriltir, ne öldürür orman bizi. Bir mikap odun kestirirsin, soyarsın, üstelik taa şehre kadar getirirsin, bin lira alır devlet senden... Bin lira nasıl kazanılır, ne kadar zamanda kazanılır, kimse düşünmez bunu... Sanki ormanın bir sermayesi varmış gibi, bin lira diye bir fiyat uydurur, o fiyattan satar odunu devlet.” Aslan Taşdemir, babası Süleyman Taşdemir’ in ameliyatı için ödediği sekiz bin lirayı "hazmedemiyordu bir türlü”… “Adı üstünde, Devlet Hastanesi'dir bu” dedi “O Devlet Hastanesi’dir de, biz Moskof insanı mıyızdır yani? Biz de aynı devletin çocuklarıyız. Bu devirde sekiz bin lira nedir, hiç bilmez mi devlet?... Başka çaremiz yoktu... Elimizdeki avucumuzdaki bütün davarları sattık da, ancak ondan sonra ödeyebildik bir ameliyat parasını...” Konuşmamıza yan masadan kulak misafiri olan Ziya Kartal yerinden kalktı, yanımıza geldi, önce kendini tanıttı, sonra söze katıldı: “Adım Ziya Kartal’dır, kendim de arabacıyımdır” dedi “Ben de mide ameliyatı oldum Devlet Hastanesi’nde... Beş bin beş yüz lira para istediler... Konu komşu, bütün mahalle bir araya geldi de, ancak öyle toplayabildiler benim ameliyat paramı...” İki masa öteden bir ses yükseldi, geldi bizim masanın ortasına kondu: “Burada hastalandın mı, aklın varsa duanı okutturacaksın" dedi “Burada hastalanmak demek, ölmek demek çünkü... O kadar basittir. Hastalandın mı, öleceksin...” Masamızın çevresinde giderek genişlemeye başlayan çevreye, Aslan Laçin’ de katıldı: “O kadar da umutsuz olmayın, yahu” dedi “Allah askeri doktorlardan razı olsun... Adamlar bir yolunu buldular mı, asker olup olmadığına aldırmıyorlar, iki bıçak bir makasla kaşla göz arasında ameliyatını yapıveriyorlar. Allah’ları var... Beş kuruş da ödettirmiyorlar insana...” Kahvehaneye girdiğimde bana ilk “Hoşgeldiniz” diyen ve masama gelip ilk oturan kişi, önce adını söyledi: “Adım, Hacı Ahmet Polat’tır ama bunun hiçbir önemi yoktur” dedi “İnsanların boyları aynı olunca, adlarının değişik olması farketmez... Adı ha Hacı Ahmet Polat olmuş, ha Hacı Mehmet Polat olmuş, ne onun bundan, ne bunun ondan bir farkı vardır. Burada birbirimiz aramızdaki farkımız, derdimizin farklı olmasıdır...” Ve Hacı Ahmet Polat, farklı derdini söylemeden önce, tane tane yazmamı istediği farklı sıfatını söyledi: “Karaurgan Ortaokulu Yaptırma ve Yaşatma Derneği Başkanı.” Karaurgan, Sarıkamış'ın kırk kilometre uzaklıktaki bir bucağıdır. Sarıkamış’tan giden yolu, hemen her adımda biraz daha yükseklere çıkaran irili ufaklı tepelerin ötesinde, bir vadinin yalnızlığına sığınmış, yüksek rakımlı, alçak gönüllü bir kasabadır. “Okul olarak sadece bir ilkokulumuz vardı Karaurgan’da” dedi Hacı Ahmet Polat “İlkokulu bitiren çocuğumuz, ağzıyla kuş da tutsa, ortaokula gidemiyordu. Çünkü ortaokul diye bir okul yoktu." Ortaokul yapılması için bir başvurmuşlar devlete, yanıt yok... İki başvurmuşlar, yine yanıt yok... Üçüncü, dördüncü, beşinci başvurularından da bir çıt çıkmayınca, Hacı Ahmet Polat bir görüş atmış ortaya: “Boşu boşuna umutlanmayalım, boş yere zaman kaybetmeyelim” demiş "Devletin bu işe aldırdığı filan yok... Var mısınız kendi çabamızla yapmaya ortaokulumuzu?...” Görüş alkış toplamış ama... Başlamasıyla donup kalması bir olmuş alkışların. “Alkışlamayla ortaokul yapılacak olsa, sabaha kadar durmadan alkış tutacağız" dedi Hacı Ahmet Polat “Fakat hepimiz biliyorduk ki, ortaokul yaptırmak, para işiydi... Para olmayınca da taş üstüne taş koymak mümkün olamıyordu. Kasabanın halkını ayaklarından tutup, tek tek sallasan, vazgeçtik ortaokul yaptırma parasından, iki karış yüksekliğinde dört duvar parası çıkaramazdık.” Bir görüş daha gelmiş Hacı Ahmet Polat’ın aklına: “Kahvede sabahtan akşama pis pis oturacağımıza, gider taşını kendimiz taşırız okulumuzun" demiş “Kereste işini de kendimiz hallederiz... Kendimiz varız ya, işçilik parası da vermeyiz... Böylece, beşe çıkacak ortaokulumuzu bire, çok çok ikiye çıkarırız. Var mısınız?” Karaurgan’lılarin o gün kollarını sıvadıklarını görünce de, inmiş Sarıkamış’a. “Karaurgan Ortaokulu Yaptırma ve Yaşatma Derneği”ni kurmuş. Derneğin kurulduğunu görünce, bu işin ciddiyetine iyice inanmış Karaurganlılar. Kimi elini yastık altına sokmuş, kimi cebinin dibini kazımış ve... “Tam yetmiş beş bin lira para çıkarabildik ortaya, tüm kasaba halkı olarak.”   Hacı Ahmet Polat, dernek başkanı olarak Ankara’ya, Milli Eğitim Bakanlığı' na gitmiş ve derneğin elinde tam yetmiş beş bin lirası olduğunu bildirmiş: “Bucağımıza bağlı onsekiz köyümüz vardır” demiş "Hepimizin biraraya gelmesiyle çıkarabildik bu kadar parayı... Biraz da Bakanlık olarak siz yardım ederseniz..." Milli Eğitim Bakanlığı, “çok büyük bir yardımda bulunmuş." "Size ancak, bir ortaokul projesi vermek suretiyle yardımda bulunabiliriz” demiş. Hacı Ahmet Polat, her gittiği yere çantasında taşıdığı, Bakanlığın 7736 tip projesini gösterdi; “İşte bunu verdiler" dedi “Sonra da hayırlı başarılar dilediler bize..." Çevre köylerdeki bileği sağlam delikanlıların da gönüllü işçi olarak katıldıkları çalışmalar tam bir yıl sonra durmuş. "Hani, harç bitti, yapı paydos diye bir söz vardır ya” dedi “Bizimki de aynen o hesap oldu... Para bitti, yapıya paydos dedik" Yapıya paydos demişler ama yarım yamalak da olsa, ortaya bir ortaokul binası çıkarabilmişler. "Projenin sadece birinci katını yapabildik, ikinci katını yapmaya nefesimiz yetmedi" dedi Hacı Ahmet Polat "Fakat bir katını yapmakla dört derslik elde ettik ya... O bize yetti.” 1971 yılında ortaokulu açtıklarında, 76 öğrenci ve iki de öğretmen varmış. Daha sonra ise, iki ilkokul öğretmeni de vekaleten ders vermeye başlayınca, dört öğretmenli kocaman bir ortaokul olmuş, okulları. “Halkın parası okulu yaptırmaya yetti ama, çocuklarının kitap, defter parasına yetmedi... Çok fakirizdir biz Karaurgan’da... Hiçbir şeyimiz yoktur para edecek... Çocuklar çok büyük zorluklarla okurlar bizim orada." İlk mezunlarını bu ders yılı sonunda vermiş Karaurgan Ortaokulu. “Mezunlarımızın hepsi de yatılı öğretmen okulu sınavına girdiler, içlerinden sadece biri kazandı... Şimdi ikiyüz öğrencimiz var ortaokulumuzda... Fakat çok dardayız... İkinci katı yaptırmaktan vazgeçtik, çatısını örtemiyoruz. Kar yağınca da, elekten akar gibi tavandan, çocukların üstüne damlıyor kar suları..." Herkesin farklı bir derdi olduğu Sarıkamış'ta, Hacı Ahmet Polat' ın farklı derdi ise, Karaurgan ortaokulunun çatısını kuracak para bulamamaktı. “Yirmibeş bin liramız daha olsaydı, projedeki ikinci katı da çıkacaktık, çatıyı da çatacaktık” dedi “Şimdi ikinci katı çıkmayı unuttuk, çatıyı çatacak para bulamıyoruz bir türlü... Çaresi bulunmaz bir derttir, bizimki...” Kaç bin liraya gereksinim duyduklarını sordum. "Az bir para da değil ki” dedi “Sadece çatı için onbeş bin lira gerekiyor." Neye güvendim, kime güvendim bilmiyorum. Ağzımdan “kolay" diye bir sözcük çıkıverdi kendiliğinden. Masada birlikte oturduğum dertliler de, masamızın çevresinde kalın bir halka oluşturmuş kişiler de, benim bu “kolay” sözcüğüm üzerine birden hareketlendiler. “Siz bizim derdimizi duymamış olun da, bu ortaokulun derdine bir çare bulun” dedi çevremdekilerden biri. Bir başkası, "Hepsinin derdinin kendilerine ait olduğunu, fakat ortaokulun çatı meselesinin hem bütün öğrencilerin, hem de o öğrencilerin anne babalarının derdi olduğunu" söyledi. "Erzurum Et Kombinası satın aldığı malımızın parasını ödemeyi varsın üç ay daha uzatsın” dedi "Karaurgan Ortaokulu'nun çatı meselesi yanında. buna da. bizim öteki dertlere de dert denmez...” Tüm dertliler, dertlerini ya geri aldılar, ya unutuverdiler bir anda. Tümü birden, Karaurgan Ortaokulu’nun çatısını dert ediniverdiler.   Ankara'ya döndüğümde hala, Sarıkamış’ta ağzımdan kendiliğinden fırlayıveren “kolay" sözcüğünün baskısı altında eziliyordum. Onun Ankara’ya her gelişinde, benim ise İzmir’e her gidişimde hem hasret giderdiğimiz, hem de dostluğumuzu yeniden tazeleyip, perçinlediğimiz meslekdaşım ve dostum, İzmir Gazeteciler Cemiyeti Başkanı İsmail Sivri' ye döktüm içimi. Ankara’da buluştuğumuzda: “Geri de alamadım ağzımdan fırlayan sözcüğü, abi" dedim “Nasıl kalkılır bunun altından, bilmem ki... Kendi kendimi yalancı durumuna düşürmüş oluyorum adamların karşısında..." Üç gün sonra, Ankara'nın gıda depolarının bulunduğu Samanpazarı semtinden bir bey aradı beni: “Ekiz Zeytinyağları’nın Samanpazarı deposundan arıyorum sizi" dedi "Size teslim edilmek üzere bir çekimiz var... Acaba nerede takdim etsek?...” Olası bir yanlışlıktan söz edişimi, ortada bir yanlışlık olmadığını anlayınca ise, önce nasıl da şaşırdığımı, sonra nasıl da sevindiğimi anlatmaya hiç gerek duymuyorum şimdi burada. Sadece bir haberi bildirmek istiyorum: Ekiz zeytinyağları şirketi sahibi Muhittin Ekiz, Karaurgan Ortaokulu'nun sadece çatısının değil, ikinci katının da yapılabilmesi için gerekli paraya hem rakamla, hem yazıyla yazdığı bir çeki bana göndermiş, “çekin gerekli yere ve kişilere ulaştırılması (zahmetini) ise benden (rica ediyordu).” Adını çok duyduğum, yüzünü ise hiç görmediğim Muhittin Ekiz'in çekini cebime yerleştirdim.   Doğu Anadolu gezimin yol yorgunluğunu henüz atamamıştım üzerimden... "Fark etmez” deyip, ertesi sabah yeniden atladım arabaya ve... Karaurganlıların “çaresi bulunmaz derdi” ne çare olsun diye taa İzmir’den uzatılan “hamiline” merhemi, taa Karaurgan’a taşıdım. Bölümümüzün başlığının “Evvel Zaman İçinde” olduğuna bakmayın siz. Masalların olup bittiği denli ulaşılmaz uzaklıklarda değil, sadece onsekiz, ondokuz yıl önce oluyordu böylesi olaylar, Türkiye'nin bir ucuyla, öteki ucu arasında...

Etiketler:, , , , , , , ,

YASAL UYARI: Bu sitede yer alan tüm içerik, METE AKYOL'a aittir. METE AKYOL'un yazılı izni olmadan, bu içeriğin kopyalanması, imzalı veya imzasız kullanılması, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

Menu Title