07 Mart 1993

Köyüne ters düşen kapıcı!

    Kağızman Sağlık Ocağı’nda, bina­nın dışından du­yulabilecek denli yüksek bir sesle ağlayan bebe köyde sıcak su kazanına düşmüş, ba­şından ayak parmaklarına kadar haşlanmıştı. “Tuz basmışlar çocu­ğun vücuduna, sonra da inek pisliği sürmüşler her yanına” dedi Sağlık Ocağı’nın tek doktoru Gündüz Çalışkan “Yavrucağı bize getirdiklerinde görmeliy­diniz... Birkaç saat öncey­di...” Ankara’da kapıcılık ya­pan amcası, tatil için geldi­ği köyünde daha bavulunu açmadan olaya tanık ol­muş, ağabeyinin ve yenge­sinin elinden zorla kaptığı yeğenini kucaklamış. Ka­ğızman’daki Sağlık Ocağı'na yetiştirmişti. Doktor Gündüz Çalış­kan, çocuğun durumunda pek bir yaşam umudu gö­remediğini söyledi. “Sabaha çıkarsa kurtu­labilir ama..." diye söylen­di "Çok zor bir olasılık, çok zayıf bir olasılık...” Birbuçuk yaşındaki ço­cukcağız, yaşamla ölümün arasında sı­kışıp kaldığı o incecik sı­nırda o gece bir de, sını­rın yaşam yakasında kalabilme savaşımı verdi. Gücünü ve nefesini toparlayabil­diği her an, o tüm gücü ve tüm nefesiyle, tüm gece bo­yunca çığlıklar attı... Her dakika başı bedeninden çimdik büyüklüğünde par­çalar koparıldı sanki... Sabaha karşı sesini du­yamaz oldum. Ben de an­cak o saat dalabilmişim yan odada uykuya... Güneşin ışıkları Türki­ye’nin batısına varmadan, doğudaki kişileri çoktan kaldırmış oluyor yatakla­rından. O sabah, o saatlerde Türkiye'nin doğusunda, ga­liba sadece Doktor Gündüz Çalışkan henüz uyanamamıştı. Tüm gece gözünü kırp­madan bebekle ilgilenmiş, beni konuk ettiği Sağlık Ocağı’ndaki odasında, karşımdaki yatağında ise şimdi mışıl mışıl uyuyordu. Yarım saat sonra o da uyandı. "Sabaha karşı tehlikeyi atlattı” dedi “Merak etme­yin... Ölümü yendi...” Serum verebilecekleri uygun bir damar bulamamış bebekte. Keserek da­mara ulaşma yöntemini ise, uygulayamamış. Gerekli aletleri yokmuş çünkü Sağ­lık Ocağı’nda. "Başından serum vere­bildik" dedi Doktor Gün­düz Çalışkan "Biraz önce de diazem yaptık. Onun etkisiyle şimdi rahat rahat uyuyabiliyor." Çocuğun yattığı odaya girdik doktorla ve... Bu sayfada fotoğrafını gördüğünüz tabloyla kar­şılaştık. Çocuğun yatağının ba­şında bir köylü kadın, dim­dik oturduğu bir sandalye­de kıpırdamaksızın duru­yordu. “Kim bu kadın?” de­dim doktora. Bebeğin annesi imiş. “Siz yattıktan bir saat kadar sonra geldi” dedi “Bebeğinin arkasından yola çıkmış, taa köyden buraya kadar yürümüş... Gece yarısını biraz geçi­yordu buraya geldiğin­de...” Tüm gece, çocuğun ya­tağı başındaki sandalyesinde dimdik oturmuş, kıpır­damadan beklemiş. “Sadece dudakları oy­nuyordu durmaksızın... Kendi, bir heykel gibi ha­reketsizdi...” Yanına yaklaştığımızda “Geçmiş olsun” dedim anaya. “Allah'ıma şükürler, geçti galiba” dedi “Gece bir yandan doktor bey uğ­raştı, didindi. Bir yandan da ben okudum, üfledim. Sonunda rahata kavuştu bebem...” Doktorla göz göze gel­dik, bir süre karşılıklı ba­kıştık, sonra içeri odaya geçtik çayımızı demlemek için... Dr. Gündüz Çalışkan, bebeği Sağ­lık Ocağı'na getiren Sait Kızıltaş'ı odaya çağır­dı, onunla bir bardak çay yolladı, yengesine. Sonra da Sait’i porta­tif masamı­za davet et­ti. “Çayı verdikten sonra gel, burada bir­likte içelim sabah çayımızı” dedi. Sait Kızıltaş, An­kara’da bir apartmanda kapıcılık yapmakta olduğunu söyledi. Yıllık iz­nini almış, eline de ba­vulunu al­mış, üstüne de bu yeni elbisesini giymiş ve köyüne girip, tam evlerine giderken yolda bir de duymuş ki, abooo... "Ağabeyimin birbuçuk yaşındaki bebesi, kaynar kazana düşmüş...” Benim bir yanım kayna­mış gibi irkildim: “Sen köye geldiğinde ne kadar olmuştu çocuk kazana düşeli?” Sait Kızıltaş şimdi bile o anın heyecanını duyuyor­du: “Üç saati geçmişti” de­di “Koştum, eve vardım. (Doktora götürmediniz mi?) dedim. Ağabeyim de, yengem de ağızlarını açmadılar.” Sait, kaynar kazanda haşlanan yeğenine bir ba­kayım demiş ki, “Abooo ki, hepten abo...” “İnek pisliğine bulan­mıştı bebeciğin her yanı” dedi. Yengesine bakmamış bile, ağabeyinin yakasına yapışmış: “Nedir bu hal, ağam?” demiş “Ne yaptınız bebeye böyle?” Ağabeyi, sakin sakin ya­nıtlamış: “Bizim kendiliğimiz­den yaptığımız birşey yok ki” demiş “Şıh öyle dedi, biz de o ne dediyse aynen öyle yaptık...” Ağabeyinin, yapıştığı yakalarını çekiştirmeye başlamış Sait: "Pisliğe mi bulayın çocuğu dedi Şıh, ağabey?” Ağabeyi, yine sakin sa­kin yanıtlamış: “Yok. Ondan önce her bir yanına tuz basın, on­dan sonra pisliğe bulayın dedi.” Sait Kızıltaş’ın tepesi iyiden iyiye atmış: “Ağabey, kaynar suda haşlanan bebeye yoksa bir de tuz mu bastınız?” demiş. Ağabeyi yine üzerine almamış kabahati: “Şıh öyle ya­pın dedi, biz de öyle yaptık” de­miş. Sait Kızıltaş yere çömelmiş, elini dizine vur­muş, bir “Abooo” da öyle çekmiş. “Daha ne halt yediniz, ağabey?” demiş “Daha ye­diğiniz bir halt varsa, ha­di, onları da anlat baka­lım bir bir...” Hiçbir şeyin farkında değilmiş ağabeyi: “Daha başka birşey ol­madı” demiş “Bize bunla­rı, bunları yapın dedikten sonra uzun uzun okudu, üfledi Şıh. Sonra da bizi savdı. Biz de geldik, gecik­meden yaptık onun dedik­lerini...” Az kalsın kafası yerin­den oynayacakmış Sait'in:  “Ağabey, Şıh dediğin Şıh ama, Allah’ın yanın­dan gelmiş değil ki bu Şıh” demiş “O da senin be­nim gibi Allah’a yalvaran kulun biri. Onun tükürü­ğünün, nefesinin, seninkinden, benimkinden ne farkı var ki?.. Ah ağabey, ah...” Sait'in böyle konuşma­sı, hiç de hoşuna gitmemiş ağabeyinin: “Tövbe de, tövbe de” demiş “Böyle konuştuğun kendisine malum olur da kızarsa, çarpar seni Şıh... Ne olduğunu, neye döndü­ğünü anlayamazsın son­ra..." Ağabeyinin bu son sö­züne küfürle karşılık ver­miş Sait. Daha birşey de dememiş, kapağını bile aç­madığı bavulunu orada bı­rakmış, yeğeninin kaptığı gibi köyden fırlamış, bura­ya gelmiş. "Ağabeyim de, yengem de önüme geçmek istedi­ler ama, ben aldırış etme­dim onlara” dedi Sait “Be­beği kaptığım gibi soluğu burada aldım... Doktor be­ye teslim ettim...” Aynı ana babadan doğ­malarına karşın, aynı köy­de, aynı köylüler arasında büyümelerine karşın, ağabe­yiyle kendisi arasındaki farkın, “bü­yük şehir gör­mek” olduğu­nu söyledi Sa­it Kızıltaş. “Ben yedi yıldır Anka­ra’da kapıcı­lık yaparım ve bu sayede Ankara'da, büyük şehir nedir onu da görürüm, dünya nedir onu da görü­rüm” dedi “Bir insanın vü­cudunda yanık oldu mu, o yanığın kendine ait bir de­recesi olur, onu da bilirim. O derece, yanığın şiddetini bildiren derecedir. Yanı­ğın tedavisinin okumakla, üflemekle, yanığa tuz bas­makla, inek pisliği bula­makla olmayacağını da bi­lirim artık. Hepsinden önemlisi, doktor nedir, hastane nedir onu da bili­rim." Sait Kızıltaş başından kasketini çıkardı, iki elinin arasında hırsla ezdi, yamrı yumru etti kasketini: “Ah cahillik, ah” dedi “Şıh kimdir, şıhlık nedir, onu da öğrendim. Onu da bilirim artık... Ankara'dan birgün sonra yola çıksaymışım ve köye birgün son­ra gelseymişim, meğer ölü­sünü bulacakmışım yeğe­nimin, cahillik yüzünden, Şıh yüzünden...”   Sait Kızıltaş, Kağız­man’a bağlı Taşburun Kö’nde birlikte doğup büyü­düğü arkadaşları, hemşeh­rileri ve ailesinin köyde ka­lan bölümüyle hasret gider­mek için geldiği köyünde bu kez pek fazla kalabilece­ğine inanmadığını söyledi. “Köye her gelişimde köylülerim, (Büyük şehir görmüş de, adam olmuş) diye alay ederlerdi, elbise­lerime bakıp, bakıp (Bu elbiseleri giyip de oralarda zengin oldum mu demek istiyorsun?) diye alay ederlerdi, şimdiye kadar" dedi... Şimdi ise... “Bebe iyileşsin, onu ku­cağımda köye götüreyim. Allah bilir hiç kimse bak­mayacaktır köyde yüzü­me” dedi. Şıh’ın tedavisini sıfır sa­yıp, bebeyi doktora getirip, bir medeniyetçilik örneği vermiş ya... “Aha buraya çiziyo­rum, bak” dedi “Allah bilir, ağabe­yim bile bak­mayacak bundan son­ra yüzüme...”

Etiketler:, , , , , , ,

YASAL UYARI: Bu sitede yer alan tüm içerik, METE AKYOL'a aittir. METE AKYOL'un yazılı izni olmadan, bu içeriğin kopyalanması, imzalı veya imzasız kullanılması, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

Menu Title