10 Kasım 1991
Oğlu mu değil mi?
Abdurrahim Tuncak kimdir? Bu soru kendisine sorulduğunda
Abdurrahim Tuncak şu yanıtı veriyor:
“Atatürk, Türk gençliğine hitabesinde Cumhuriyeti ve vatanı, Türk gençliğine emanet ettiğini bildirmiştir. Bu nedenle tüm Türk gençliği gibi ben de onun bir evladıyımdır, onun bir mirasçısıyımdır."
Tüm Türk gençliği, Atatürk'ten miras kalan cumhuriyetin de, vatanın da sahibidir ama
Abdurrahim Tuncak tüm Türk gençlerinden farklı olarak ayrıca, Atatürk’ün kişisel mirasının da sahibidir.
Bu kişisel miras arasında dikkati en çok, iki parça halı çekmektedir. Birbirinin eşi bu iki halı, bir seccade boyutunun iki
kat büyüklüğündedir ve çevresi, defne dallarıyla sarılı top motifleriyle kuşatılmıştır. Halıların ortasındaki çerçeveye ise Çanakkale Boğazı’ nın haritası işlenmiştir.
Boğaz’da, batırılan düşman gemileri ile Boğaz’ın dışında kalmak zorunda bırakılan gemilerin simgesel motiflerle belirtildiği bu haritanın üstünde,
“Harb-i Umumi", altında ise
“Çanakkale Muzafferiyeti Hatırası” yazıları yer almaktadır.
Bu iki halı; dönemin Sadrazamı
Talat Paşa tarafından Feshanede özel olarak dokutulmuş ve
Anafartalar Zaferi’nin
kahraman komutanı
Mustafa Kemal'e,
tebrik ve teşekkür ifadesi olarak hediye edilmiştir.
Atatürk'ün bu kişisel mirası bugün
Abdurrahim Tuncak'ın
“malı” olarak, evinde bulunmaktadır.
Atatürk’ten
bu
“özel gence kalan başka bir mirası" ise
Anıtkabri ziyaret eden her kişi görmüştür. Cumhuriyet’in onuncu yıldönümü nedeniyle, İş Bankası tarafından
Atatürk'e hediye edilen ve onun ölümünden sonra veraset yoluyla kendisine miras kalan bir otomobili
Abdurrahim Tuncak, Anıtkabir Müzesi’ne hediye etmiştir.
Atatürk'ün
annesi
Zübeyde Hanım’ın
Kuran-ı Kerim’ inden seccadesine, tespihlerinden kahve fincanlarına, gümüş işlemeli fotoğraf çerçevelerinden oturma odası takımlarına ve daha birçok kişisel eşyaya kadar
Atatürk’ün
ve
Atatürk Ailesi’nin
tüm mal varlıkları, bugün
Abdurrahim Tuncak’ın
sahip olduğu değer biçilmez servetini oluşturmaktadır.
Bu kişisel miras
Abdurrahim Tuncak’a nasıl kalmıştır?
Abdurrahim Tuncak kimdir’’
Bu soruyu kendisine bir kez daha sorduğumda
Abdürahim Tuncak şöyle yanıt veriyor:
"Kendimi bildiğimde üç yaşımda kadardım. Akaretler’deki evimizdeydik. Annem beni kucağından indirmez (Naciyem'in erkeği) diye severdi."
Abdurrahim Tuncak'ın
“annem” diye söz ettiği kişi
Ataürk'ün
annesi
Zübeyde Hanım'dır.
Şöyle sürdürüyor yanıtını:
“Annemin üç çocuğu dünyaya gelmişti. Birincisi Mustafa, ikincisi Makbule, üçüncüsü de Naciye idi. Fakat Naciye, 12 yaşında veremden ölmüş. Annem beni onun yerine koyardı. O nedenle beni hep (Naciye'min erkeği) diye severdi."
Abdürrahim Tuncak’ın,
"kendini bildiğinde" ilk gördüğü büyüğüne
"anne” demesi, hatırladığı en eski olayın kahramanı kişiyi, kucağında sevildiği kadını
“anne" bilmesi ne denli doğal bir olgu ise...
Gerçek annesinin kim olduğunu tüm yaşamı süresince öğrenememesi ya da öğrendi ise de bu gerçeği açıklayamaması da o denli düşündürücü bir olgudur.
Annesi kimdir, babası kimdir
Abdurrahim Tuncak’ın?
“Ben ana da bilmem, baba da bilmem" diyor:
"Kendimi bildiğimde, annem olarak kabul ettiğim Zübeyde Hanım ı, ablam Makbule Hanım’ı, bir de Paşa'mızı tanıdım. Benim ailem, bu aileydi. Ben kendimi bu ailenin çocuğu olarak kabul ettim ve hep de öyle kaldım. Gerçek annemin ve babamın kim olduğunu asla öğrenemedim. Rivayete göre babam bir memurmuş. Tayin edildiği Diyarbakır'da annemi akrep sokmuş. Annem ölmüş. Babam beni İstanbul'a getirmiş ve hemen arkasından da askere alınmış, cepheye gönderilmiş. Bir daha da dönmemiş. Haberi de gelmemiş.”
Nüfus cüzdanında doğum yeri neresi olarak belirtilmektedir?
“Nüfus cüzdanımda doğum yerim olarak Diyarbakır yazılıdır ama... Diyarbakır'da doğduğum da kesin değildir. Kesin olarak bildiğim, üç yaşımdayken Mustafa Kemal Paşa'nın evinde olduğumdur.
Beşiktaş'ta, Akaretler'deki evimizdeydik. Evde, annem (Zübeyde Hanım), Makbule ablam (Atatürk’ün kızkardeşi Makbule Atadan) ve Mustafa Kemal Paşa ile birlikteydim. Mustafa Kemal’in beni alıp evine getirdiğini ve annesine teslim ederek, (Bu çocuğu biz büyütelim. Bu çocuk, bizim çocuğumuz olsun) dediğini söylediler."
Abdürrahim Tuncak,
Mustafa Kemal'in
evinde, evin “
gerçek bir çocuğu” imişçesine büyütülmüş, okuyup, yetişmesine
Mustafa Kemal tarafından,
"gerçek bir çocuğu" imişçesine ilgi ve özen gösterilmiş,
Mustafa Kemal’in
yaşamında, onun
“gerçek bir çocuğu" imişçesine yer almıştır.
Mustafa Kemal evinden uzak olduğu her dönemde, annesini de Abdürrahim'i de hep özlemiştir. Bu özleme dayanamadığı zamanlar ise kesinlikle bir fırsat bulmuş ve ikisini de yanına getirtmiştir. Yedinci Ordu Komutanı olarak Filistin'in güneyinde, Sina cephesinde İngilizler'e karşı savaşırken, müttefik Alman orduları komutanı Falhenhayn'la arasında çıkan bir anlaşmazlık sonucu, görevinden istifa etmiş ve Halep'e gelmişti.
Ordu Komutanı olmadığı için Halep’te resmi bir binada değil. İstanbul'dan tanıdığı eski dostu
Salih Fansa'nın
köşkünde kalıyordu. Bu arada ciddi bir sarılık hastalığı da geçirmekteydi.
Abdurrahim Tuncak bu konudaki anısını şöyle anlatıyor:
“Mustafa Kemal Paşa'nın Suriye'deki rahatsızlığı, İstanbul'da, Akaretler'deki 78 numaralı eve başka biçimde yansımıştı. Annem ağlıyordu. (Mustafa'm kör olmuş... Mustafa'mın gözleri görmüyormuş artık)
diye..
Annemin duyduğuna göre, Mustafa Kemal Paşa
çölde bir kum fırtınasına yakalanmış. Kum tanecikleri ok gibi gözlerine girmiş. Mustafa Kemal Paşa'
nın gözleri görmez olmuş. Annem, bu haber üzerine tam bir hafta, durmaksızın ağladı.
Haberi aldığımızın ikinci haftasında Cevat Abbas Bey
geldi
eve. (Halep’e dönüyorum, Mustafa Kemal Paşa'ya sağlık haberlerinizi götürmeye geldim.)
Mustafa Kemal Paşa'nın Çanakkale'de yaverliğini yapan, ondan sonra onun yanından hiç ayrılmayan Cevat Abbas Bey,
ailemizin bir ferdi gibiydi.
Annem onu bırakmadı. (Mustafamın gözleri kör olmuş... Beni de götüreceksin onun yanına... Onu göremezsem, ölürüm ben burada...) Cevat Abbas Bey
böyle birşey olmadığını söyledi ama annemi inandıramadı. (Ben yarın yine geleceğim)
dedi. (Bu konuyu yarın konuşuruz.)
Cevat Abbas Bey
ertesi gün geldiğinde, müjdeli haberi de beraberinde getirdi: (Mustafa Kemal Paşa'ya telgraf çektim. Sizin oraya gelmek istediğinizi söyledim. Biraz önce telgrafıma cevap geldi. Sizi getirmemi emrediyor. Abdürrahim’i de getirmemi emrediyor.)
Cevat Abbas Bey
bizi asker ve cephane taşıyan bir trene bindirdi. Bir hafta kadar süren bir yolculuktan sonra Halep’e geldik.
Annem, Mustafa Kemal Paşa
’ya sarılıp, sarılıp öpüyordu. (Bak anne, kör değilim)
diyordu. (Seni görebiliyorum, annem...)
Kör olmamıştı ama çok zayıflamış, yüzü çok süzülmüştü. (Biraz hastalık geçirdim, şimdi, düzeldim)
dedi ve bana sarıldı, kucağına aldı, öpmeye başladı beni. (Bak, Abdürrahim’i de görüyorum anne. )
diyor ve sevincini tekrar tekrar dile getiriyordu.
(Ne güzel, ikiniz de buradasınız…)
diyordu. Salih Bey’
in konağı büyük bir portakal bahçesinin ortasındaydı. Mustala Kemal Paşa
sık sık bahçede oturur, ben de çevresinde oynardım. Bahçede oynarken birgün beni yanına çağırdı:
Senin burada bir fotoğrafını çektireyim mi?
dedi.
Ben de (evet’
dedim. Emir verdi, ordunun terzisini getirtti ve bana bir gecede yöresel giysi diktirtti. Orduda görevli bir doktor yüzbaşının fotoğraf makinesi vardı. Ertesi gun doktor yüzbaşı, fotoğraf makinesiyle Salih Bey
in bahçesine geldi. Bana da içerde, yöresel giysilerimi giydirdiler. Bahçeye çıktığımda, Mustafa Kemal Paşa
beni o giysilerle görünce gülmeye başladı. (Tam buralı bir delikanlı olmuşsun )
dedi ve yanını işaret etti:
Gel buraya, yanımda otur.
Doktor yüzbaşı fotoğraf makinesini hazırlamış, fotoğrafımızı çekmek üzereyken, Mustafa Kemal Paşa
biraz durmasını söyledi. Çanakakale'den beri yanından ayırmadığı tabancasını çıkarttı, benim belime taktı. Belimin öteki yanına, kuşağın arasına da kendi kasaturasını yerleştirdi.
(İşte şimdi oldu)
dedi ve doktor yüzbaşıya döndü: (Fotoğrafımızı şimdi çekebilirsin. Çünkü Abdurrahim hazırdır.)
Mustafa Kemal, Abdurrahim Tuncak'a
ilgi ve özenini Milli Mücadele yıllarında bile göstermekten geri kalmamıştır. Samsun'a çıktıktan sonra gittiği Amasya, Sivas ve Erzurum'dan dostları aracılığıyla annesine elden gönderdiği mektuplarda sadece sağlık haberleri değil, annesine, kızkardeşine ve
Abdurrahim’e özlem duyguları da yer almıştır hep.
Ankara'dan gönderdiği her mektupta ise annesini, kızkardeşini ve
Abdürrahim'i
müsait olan en yakın zamanda Ankara’ya aldıracağını” bildiriyordu.
Abdürrahim Tuncak bu konudaki bir çocukluk anısını şimdi şöyle anlatıyor:
"Oysa annemden önce beni aldırdı Ankara'ya. Çünkü, canını sıkan bir haber ulaşmıştı kulağına. Onu üzen olay şuydu: Akaretler'de, bizim evin çok yakınındaki bir ilkokula gidiyordum. Okuldaki çocuklardan sekiz on kadarı birgün beni okulun bahçesinde çevirdiler.
(Sen, Mustafa Kemal’in çocuğusun. O, vatan hainidir. Padişah Efendimize isyan etmiştir) diyerek üstüme yürüdüler. Ben de onlara, aynen onların konuştukları sertlikle cevap verdim:
(Sizin vatan haini dediğiniz Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’u kurtarmıştır) dedim.
(Çanakkale muzafferidir o. Mustafa Kemal Paşa Çanakkale'de düşmanı durdurmasaydı, bugün hiçbiriniz hayatta bile olmazdınız.) Sözlerimi bitirmeden çocuklar üzerime atıldılar, beni aralarına alıp dövdüler.
Bu olaydan bir ay sonra annem bana bir haber verdi;
“Paşa bizi Ankara'ya aldırıyor” dedi.
“Ben biraz rahatsız olduğum için hemen gelemeyeceğim. Fakat sen gideceksin. Salih Bey amcan (Salih Bozok) da, oğlu Cemil’i istetmiş Ankara’ya. Bir albay ailesiyle birlikte Ankara'ya gidiyor. Cemil'le birlikte seni de götürecek o aile...”
Ankara’ya gidecek olan albay, eşi, iki asker,
Cemil ve ben İstanbul'dan bir İtalyan vapuruyla İnebolu’ya gittik.
Orada bir yaylı arabaya bindik Kastamonu ve Ilgaz Dağları'ndan geçerek, kaç gün sürdü hatırlamıyorum, Ankara'ya vardık.”
Tüm yaşamı süresince
Mustafa Kemal Paşa, "kendi öz çocuğu” imişçesine üzerinden ilgisini ve özenini esirgemediği
Abdurrahim Tuncak'ın,
Ankara’da, ilkokul dersleriyle de yakından ilgilenmiştir.
Abdurrahim Tuncak o günlerle ilgili başka bir anısını şöyle anlatıyor:
“Okulun tatil günlerinde, okulda neler öğrendiğimi sorar, öğrendiğimi söylediğim konularda beni imtihan ederdi.
Bunun dışında her akşam, o gün okulda ne yaptığımı, dersleri anlayıp, anlamadığımı sorardı. İlkokul üçüncü sınıfta olduğum yıldı. Eve karnemi getirdim. Notlarım çok yüksekti.
Mustafa Kemal Paşa tüm notlarımı incelediği bir dikkatle, o karnemi de dikkatle inceledi. Bu kez notlarımın çok yüksek olmasını yadırgamış.
Bana belli etmek istemedi ama bu konudaki kuşkusunu ben yanlarında yokken,
Fikriye Hanım'a
söylemiş
“Fikriye Hanım kimdi?” Bu soruma
Abdurrahim Tuncak bir çırpıda şöyle bir yanıt verdi:
“Latife Hanım'dan önce Mustafa Kemal'in yanında bulunan hanımdı” dedi ve anısını anlatmayı sürdürdü:
"Fikriye Hanım birgün beni köşeye çekti:
Paşa senden şüphelendi, Abdürrahim… Notlarının bu kadar yüksek olması onun dikkatini çekti.
Hatta Mahmut (Soydan) Bey’e de söyledi bu kuşkusunu. (Abdürrahim bizim çocuğumuz diye acaba iltimas mı ettiler?) diye sordu. Mahmut Bey de, senin hocan Tahsin Bey'e gidip, konuşabileceğini ve senin okul durumunun gerçekte nasıl olduğunu öğrenebileceğini söyledi. Paşa da, ona bu iş için izin verdi.
Fikriye Hanım’ın
bu sözleri karşısında şaşırdığımı bugün bile hatırlıyorum
(Paşa benden neden şüpheleniyor?) dedim.
(Bir iltimas yapılmışsa, bu iltiması hocalar yapmıştır. Ben kendi kendime iltimas yapamam ya...)
Mahmut Bey ertesi gün hocam
Tahsin Bey'le
görüşmüş
Tahsili Bey ona, benim çok iyi bir öğrenci olduğumu söylemiş. Kendisine kesin surette iltimas yapılmış değildir, demiş
Mahmut Bey bu konuşmayı nakledince Paşa çok memnun olmuş.
(Ortada bir iltimas meselesi olmamasına memnun olduğum kadar, Abdürrahim’in böyle yüksek notları hak ederek alması karşısında da memnun oldum) demiş.
Bu konuşmayı bana
Fikriye Hanım nakletti. O
da bunları bana naklederken, en az
Mustafa Kemal Paşa’ nın duyduğu memnuniyet kadar bir memnuniyet duyuyordu."
Mustafa Kemal Paşa’nın başyaveri ve onun uzaktan akrabası
Salih Bozok'un
büyük oğlu
Cemil Bozok da
Abdurrahim Tuncak gibi Çankaya Köşkü’nde kalıyordu ve onunla aynı ilkokula gidiyordu.
Cemil Bozok, kendisine de
Abdurrahim Tuncak'a da okulda en küçük bir iltimas yapılmadığı söylüyor bugün.
“Abdurrahim'le okula birlikte giderdik, okuldan birlikte dönerdik" diyor.
“Ben babamın atıyla, Abdurrahim de Mustafa Kemal Paşa'nın katanasıyla gider, gelirdik okula."
Abdürrahim Tuncak, Ankara'da yaptığı orta öğrenimini, biraz da zorunlu olarak, iki yıl İzmir'de sürdürmüştür.
Fikriye Hanım'ın
akciğerlerindeki rahatsızlıktan ötürü Münih’teki bir sanatoryumda tedavi edildiği günlerde
Mustafa Kemal Paşa, İzmir'de
Latife Hanım'la
evlenmişti.
Latife Hanım Çankaya Köşkü'nde Abdürrahim'i görmemiştir.
Çünkü
Abdurrahim, Latife Hanım Ankara'ya gelirken, İzmir'e gönderilmiştir.
Mustafa Kemal Paşa çocuğu İzmir’de, kayınpederi Muammer Bey'e emanet etmiştir.
Mustafa Kemal Paşa ve
Latife Hanım’ın evli kaldıkları iki yıl süresince
Abdurrahim, Latife Hanım'ın
babası
Muammer Bey’in Göztepe’deki köşkünde konuk edilmiş ve öğrenimini iki yıl süreyle İzmir'de,
Muammer Bey’in sorumluluğunda sürdürmüştür.
Mustafa Kemal Paşa ve
Latife Hanım'ın
arasının açılmasından ve
Latife Hanım'ın
İzmir'e dönmek zorunda kalmasından sonra ise
Mustafa Kemal, Abdürrahim'i
Muammer Bey’den geri almış, onu yeniden Çankaya Köşkü’ne getirtmiştir.
Mustafa Kemal Paşa, çocuğu İzmir'den getirttikten sonra onun yüksek öğrenimini yurtdışında yapmasını uygun görmüştür.
"Artık askere değil, teknik adama ihtiyacımız var" diyerek
Abdurrahim’den,
mühendis olmasını istemiştir.
Üniversitelere
“parasız öğle yemeği" de verileceğinin açıklandığı gazete ilanlarıyla, ortaokul mezunu öğrencilerin bile üniversiteye davet edildikleri günlerde
Mustafa Kemal Paşa kendi öz çocuğu imişçesine bir ilgi ve özen gösterdiği
Abdurrahim'i, Fransa'da, Grenoble Üniversitesinde okutmak istemiştir. Bu amaçla da
Abdurrahim’e bir yıl süreyle özel ders aldırtmaya karar vermiştir.
Abdurrahim İstanbul'a gönderilmiş ve dönemin İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı
Muhittin Üstündağ’a
emanet edilmiştir.
Muhittin Üstündağ "yakın ve sıcak ilgisini” hiçbir zaman esirgemediği
Abdürrahim’i,
İETT İşletmesi’ nin Belçikalı Genel Müdürü
Hansens’e
götürmüş ve
“Biz bu gencin ihtimamla yetiştirilmesini istiyoruz'' deyip, kendi denetimi altında kalmak koşuluyla
"emaneti” Belçikalı Genel Müdür'e teslim etmiştir.
İETT Genel Müdürü
Hansens bu özel gence
“gerekli ihtimamı" göstermekten çekinmemiş, bir yandan yabancı dil öğretmenlerinden Fransızca ve matematik dersleri aldırdığı
Abdurrahim’e,
Silahtarağa Elektrik Fabrikası’nda staj yapabilme olanağı da sağlamıştır.
Mustafa Kemal birkaç ay sonra fikrini değiştirmiş ve
Abdurrahim’i
Fransa'da okutmaktan vazgeçerek onu Almanya'ya göndermeye karar vermiştir.
Vali ve Belediye Bakanı
Muhittin Üstündağ, Mustafa Kemal'in
bu emri üzerine
Abdürrahim'in
Fransızca öğretmenini değiştirtmiş, onun yerine kendisine Almanca öğretecek başka bir öğretmen buldurtmuştur.
Mustafa Kemal Paşa, Abdurrahim’in Almanca dilini öğrendiğini gördükten ve matematik bilgisi ile elektrik fabrikasındaki stajının da yeterli olduğuna inandıktan sonra Berlin Üniversitesinde okumak üzere onu, 1929 yılında Almanya'ya göndermiştir.
Türkiye’ nin o yıllardaki Berlin Büyükelçisi
Kemalettin Sami Paşa idi.
Mustafa Kemal "kendi öz çocuğu" imişçesine özen gösterdiği
Abdürrahim’i,
İstiklal Savaşı cephelerinden arkadaşı
Büyükelçi Kemalettin Sami Paşa'ya
emanet etmiştir.
Abdurrahim'in
gerek üniversite öğrenimi öncesindeki, gerek Berlin Teknik Üniversitesi’ndeki tüm öğrenim ve yaşam giderleri, Ankara'dan,
Mustafa Kemal tarafından gönderilmiş, harcamaları ise, Büyükelçi
Kemalettin Sami Paşa tarafından yapılmıştır.
Kemalettin Sami Paşa’nın
ölümünden sonra
Abdurrahim'le ilgili bu
“özel görevi" yeni Büyükelçi
Hamdi Apak yerine getirmiştir.
Türkiye'de soyadı yasası çıktığını
Abdurrahim, Berlin Büyükelçimiz’den öğrenmiştir. Büyükelçi, Ankara'dan kendisine bildirilen ve tarihteki Türk komutanlardan
Tuncak'ın
adının,
Abdürrahim için soyadı olarak seçildiğini bildirdikten ve gerekli işlemleri yaptıktan sonra
Abdurrahim Tuncak soyadının sahibi olmuştur.
Berlin Teknik Üniversitesi'ni elektrik mühendisi olarak bitirdikten sonra, yeni adıyla
Abdürrahim Tuncak bir süre AEG Fabrikaları'nda staj yapmıştır. Staj yaptığı yıllarda birgün
Salih Bozok Berlin'de bir hastaneye getirilmişti.
Salih Bozok “amcasını" ziyarete gidişlerinde birgün, onun odasında bir başka
“amca” ile karşılaştı. Bu amca, İktisat Vekili
Celal Bayar’dı.
Celal Bayar, hastanede ziyaretine gittiği
Salih Bozok'un yanında
Abdurrahim Tuncak'a
bir iş önerisinde bulundu ve
“Türkiye'ye döndüğünde bana gel ve sana münasip bir iş vereyim" dedi.
Abdurrahim Tuncak bu “amca”nın iş önerişinden çok rahatsız olmuştu
“İş bulabilmek için bir bakan beyi rahatsız etmeyi asla düşünemem” dedi.
Hastaneye ertesi gün yine gittiğinde
Salih Bozok amca onu bu kez bir başka biçimde öptü:
Aferin sana, Abdurrahim. Ne kadar da onurlu bir cevaptı öyle. Paşa’mıza gerçekten layıksın..." dedi.
1937 yılında Türkiye'ye dönmesinden kısa bir süre önce
Abdurrahim Tuncak'ı
Berlin de Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri ve Atatürk'ün "umumi vekili”
Hasan Rıza Soyak ziyaret etmiş ve ona
“ancak kendisinin yapması istenilen” bir görevi bildirmiştir. Bu görev, Savarona yatının satın alınması görüşmelerinde tercümanlık yapmaktı.
Abdurrahim Tuncak. bu görevi büyük bir mutlulukla ve kendisinden beklenilen büyüklükte bir sorumlulukla yerine getirmiştir.
Türkiye'ye döndüğünde, o günlerde AEG firması tarafından işletilen Ankara Elektrik ve Havagazı İşletmesi'nde elektrik mühendisi olarak göreve başlayan
Abdürrahim Tuncak yedek subaylığını İstanbul'da Orhaniye Kışlası’ nda yaparken, geceleri Dolmabahçe Sarayında kalmaktaydı.
Yedek Subay üniformasını giydiği ilk gün, Savarona yatına gitmiş,
“öz babası imişçesine'' sevdiği ve saydığı
Atatürk'ün
elini öpmüştür.
Atatürk de onu yanaklarından öpmüş
"İşte şimdi tam bir erkek oldun Abdurrahim" diyerek, oğlunu asker üniformasıyla ilk kez gören her babanın yüreğinden taşan o tarifsiz heyecanı dile getirmiştir.
Abdurrahim Tuncak ağırlığınca altından, milyonlarca kat
daha değerli olan bir altın dolmakalem çıkarıyor cebinden
ve...
“İşte bu dolmakalemini o gün hediye etmişti bana” diyor.
Atatürk’ün
ölümünden sonra döndüğü Çankaya Köşkü'nde ise ancak onbeş gün oturabilmiş.
Cumhurbaşkanı
İsmet İnönü'nün
Özel Kalem Müdürü
Süreyya Anderiman’ın
“hatırlatması” üzerine de bir
“baba evi günleri gibi" anılarını kapılarının arkasında bıraktığı Çankaya Köşkü'nden ayrılmak zorunda kalmıştır.
Başlangıçta sorduğumuz soruyu, isterseniz şimdi, sizle birlikte, birbirimize soralım:
“Abdurrahim Tuncak kimdir?"
İngiltere'nin
The Sunday Times gazetesinin başlığında olduğu gibi, biz de şöylesine bir kuşkuyu dile getirebilir miyiz?
“Abdurrahim Tuncak, Atatürk'ün öz oğlu mudur acaba?" diyebilir miyiz?
Büyüklerimize karşı en az sevgimiz yüceliğinde oluşturduğumuz, ailesel ve ulusal terbiyemizin ürünü saygımız ile... Mesleğimize ve tarihe karşı sorumluluk duygumuzun acımasızca bir çatışmaya giriştiği bu noktada, bu sorunun yanıtını arayıp bulma görevini, ilerdeki kuşakların tarihçilerine, meslekdaşlarımıza ve...
Bu bilgilerin ışığı altında değerlendirebilmeniz için, size bırakıyoruz.
Etiketler:Abdürrahim Tuncak, AEG, Atatürk, baba, Çankaya Köşkü, eğitim, elektrik mühendisi, iltimas, imtihan, Latife Hanım, mete akyol, Mustafa Kemal Paşa, Okul, öz oğlu, Salih Bozok, tahsil, Tahsin bey, üniforma, Zübeyde Hanım