14 Mart 1993
Yul’u Kaçırtan Bürokrasi
Dünya sineması
Hitler’i, Mussolini’yi kim bilir kaç kez elden geçirdi,
Napolyon’u kim
bilir kaç aşk filminde, kaç kahramanlık filminde başrolde oynattı
Mahatma Gandi’yi kim bilir kaç milyon dolar harcayarak ekrana getirdi,
Churchill’inden, aşık
Kral Edward'a Kennedy’den Sezar’a, Kleopatra'dan Golda Meir'e, ondan
Enver Sedat’a kadar tarihsel kaç kişiyi kaç tarihsel filminin konusu yaptı da...
İşte o dünya sinemasının hem de en önde gelen yapımcıları, adının yanında kıyısında, önünde arkasında uzun uzun ve
de yana döne dolaşıp durmalarına karşın,
Atatürk’e yaklaşmaya nedense bir türlü cesaret bile edemediler.
“İtalya’nın Cine Citta’sından, Amerika'nın Hollywood’una kadar uzanan sinema imparatorluğunun sınırları içinde yüzü Atatürk’e benzeyen bir aktör yok da, sinema dünyasının kralları o nedenle kalkışamıyorlar Atatürk filmi çevirmeye...” biçiminde 50’li yılların başlarında ileri sürülen savlar, önce
Türk, daha sonra da
Amerikalı “sinemalog”lar tarafından bilimsel izlenimli sözlerle geri püs- kürtülmeye çabalandı.
“Atatürk filminde başrolü oynayacak aktörün ille de Atatürk'e benzemesi gerekir diye bir koşul yok ki” dedi
Amerikalı sinemacılar
“Sinemada ulaştığımız çağdaş teknoloji ve makyaj sanayiinde yaratılan mucizeler sonunda artık istediğimiz aktörü, istediğimiz kişiye kolaylıkla benzetebiliyoruz. Yeter ki tarihsel bir kişinin rolünü üstlenecek olan aktör, o kişiliği sanat gücüyle, aktörlük yeteneğiyle canlandırabilsin...”
Amerikalı sinemalogların nefes alabilmek için üç beş saniye kadar sustukları anlarda ise, onların benzeri bizimkiler sürdürdüler aynı görüşleri açıklamayı.
Sinemanın sadece bu
“teknolojik" savunması değil, 50’li yılların birinci yarısında uygulamaya konulan bir
“taktik" projesi de,
Atatürk'e benzesin, benzemesin, yetenekli olan hemen her aktörün
Atatürk rolünü oynayabileceği görüşünü
Türk halkına kabul ettirmek için kullanıldı ve...
Dünyanın ilk
“Atatürk adayı" Douglas Fairbanks Jr., Türkiye’ye davet edilmiş gibi yapılarak,
Hollywood’lu sinemacıların yakın arkadaşı bir
Türk tarafından elinden tutulup,
Türkiye'ye getirildi.
Ünlü aktör sadece basında değil, halk arasında da büyük bir heyecan yarattı.
Clark Gable’ in bıyıklarından dört-beş milini ince bıyıklarıyla sinemada
"çapkın jön” görünümüyle değil de,
“bıçkın fırlama” kimliğiyle tanınan
Douglas Fairbanks Jr.' un halkta böylesine bir ilgi ve heyecan uyandırdığını gören ilk demokrat
Cumhurbaşkanı Celal Bayar, iki gün içinde halkın ve basının sevgilisi olan bu ilk
“Atatürk adayı"nı
huzura kabul etti.
“Bir aktörün Atatürk rolünü oynayabilmesi ille de Atatürk’e benzemesi şart değil ya" görüşü iseresmi kabulden sonra daha da bir taraftar kazandı.
Türk halkı, ülkesini ziyaret eden bir yabancıyı, üstelik beyaz perdede en az
Errol Flynn kadar yakından tanıdığı ünlü bir aktörü, üstüne üstlük, çevrilmesi düşünülen
Atatürk filminde
Atatürk rolünü oynaması düşünülen aktörü, üstüne mega üstlük bir de
Cumhurbaşkanı Celal Bayar tarafından da kabul edilen bu mümtaz kişiyi bir koro uyumuyla alkışlarken...
Basından bir ters ses çıkıverdi:
“Alnına sarıp, kulağının üstünde düğümlediği eşarbı ve elindeki kılıcıyla korsan gemisinin kaptan köşkünün penceresinden içeri dalan bu adam mı benim Atatürk’ümü canlandıracak?” Ağır ifadesindeki bu yazı, altındaki
Bedii Faik imzasıyla daha da ağırlaştı ve en kaldırılmaz ağırlığıyla kafalara inip, en hazmedilmez sertliğiyle midelere oturunca, sanki
Uğur Mumcu öldürülmüş gibi,
Türk halkı da birden uyanıverdi:
“Hop, hop, hop... Öyle her önüne gelene bırakmayız biz Atatürk'ümüzü... Korsan filmlerinin aktörü Douglas Fairbanks Jr. da kim oluyormuş ki bizim Atatürk'ümüzü canlandırmaya kalkıyor?..." biçiminde oluşan görüşler, önce mırıldanmalarla başladı, sonra yükselen seslerle duyurulmaya başladı ve tam protestolar aşamasına gelmek üzereyken...
Atatürk rolünün kaytan bıyıklı
Pardanyan bozuntusu adayı kafasını kullandı,
“Sayım suyum yok” diyerek bu işten elini ayağını çekti,
Türkiye’den de tasını tarağını topladı ve Amerika’ya
“Go home” yaptı.
Aradan on yıldan fazla bir süre geçip de,
Douglas Fairbanks Jr.'un da unutulduğu,
“Ah bir Atatürk filmi çevrilse” projelerinin de unutulduğu bir dönemde,
Hollywood kovana bir çomak daha soktu. Fakat bu kez,
Türk halkının
Atatürk konusundaki duyarlığını ön planda tuttu ve...
Aile babası, efendi, adı aşk dedikodularına, boşanma dedikodularına karışmamış, skandallardan uzak kalmış, dünya kamuoyu tarafından
“mazbut” imajıyla tanınmış bir
Hollywood yıldızını aday gösterdi
Atatürk rolüne.
Sadece özel yaşamıyla değil, sinemadaki mesleksel yaşamıyla da
Atatürk rolü için
Hollywood’un göğsünü gere gere sunduğu bu
“mazbut” ve efendi aday,
Yul Brynner idi.
"Kral ve Ben” ve
“Taras Bulba” gibi filmlerdeki başrolleriyle soyluluğunu da kanıtlamış olan
Yul Brynner’in Atatürk'ü canlandırması aleyhinde söylenebilecek tek söz kafasının kelliğiydi.
Kafasında tek tel saçı olmayan kel bir aktörün
Atatürk rolünü oynamasını
Türk halkı nasıl karşılayacaktı acaba?
Hollywood endüstrisi,
Türk halkına farkettirmeden,
Türk halkının bu konudaki eğilimini anketler yaptırarak bilimsel yöntemlerle saptadıktan sonra,
Yul Brynner’a “Go” ışığı yaktı.
Ve
Yul Brynner, halk tepkisinden çekine çekine değil, tam tersi, halk desteğine dayanacağını bilmesinin verdiği bir güven ve rahatlıkla, göğsünü gere gere geldi
Türkiye’ye...
Doğulu komşulardan kiminin pek anlamak istemediği, batılı dost ve düşmanlarımızın ise
“abc” kadar somut bir biçimde bildikleri bir kuralı
Yul Brynner, Ankara’ya gelir gelmez ayağının tozunu silip, hemen uyguladı ve...
“Türklerin kalbine giden yol, Anıtkabir’den geçer” diyerek
Ankara’daki ilk soluğunu
Anıtkabir’de almak istedi.
Yul Brynner, Ankara’daki
ilk şokunu işte o zaman yaşadı. Sıradan bir ziyaretçi olarak
Anıtkabir’e gidip,
Atatürk'ün manevi huzurunda saygı duruşunda bulunmak istediğini söyleyince, o yılların Turizm ve Tanıtma Bakanlığı yetkililerinin
“I-ıh” nidalarıyla karşılaştı.
“Herhangi bir kişi gibi, herhangi bir turist gibi ziyaret edemezsiniz siz Anıtkabir’i” dediler
“Çünkü Türk ulusunun gözünde artık, siz de bir çeşit Atatürk sayılırsınız.”
Yul Brynner, hayretini gizleyemedi:
“Benimle şaka yapmadığınıza emin misiniz?” diye sordu.
O yıllarda
Kültür Bakanlığı olmadığı için, bugünkü
Kültür Bakanlığı’nın görevlerinden bir bölümünü
Turizm ve Tanıtma Bakanlığı yapıyordu.
Atatürk filminin çevrilmesiyle ilgili
“ev sahipliği” çalışmalarını da o nedenle,
Turizm ve Tanıtma Bakanlığı yetkilileri üstleniyordu. Bu yetkililer,
Türk halkının
Atatürk konusundaki duyarlıklarını göz önünde bulundurdukları için,
Atatürk filminde
Atatürk rolünü oynayacak
Yul Brynner’e sıradan kişi işlemi yapılmasından bürokratik bir ürküntü duyuyorlardı.
“Sizinle şaka yapmıyoruz, Mr. Brynner” dedi bu yetkililerden biri
“Türk halkı bugünden sonra size artık, Atatürk’e baktığı bir gözle bakmaya başlayacaktır. Lütfen unutmayın bu uyarımızı...”
Görevliler,
Yul Brynner’in
Bulvar Palas Oteli’nde kalmasının da halk tarafından doğru karşılanmayacağını söylediler:
“Bu otelden daha yeni, daha lüks ve daha pahalı olan Büyük Ankara Oteli vardır” dediler
“Bu akşamdan sonra Bulvar Palas’dan ayrılsanız ve Büyük Ankara Oteli'nde kalsanız, sıfatınıza çok daha uygun davranmış olursunuz.”
Yul Brynner’in saçsız tepesi yavaştan yavaştan kızarmaya,
“ha attım, ha şimdi atacağım” noktasına gelmeye başlıyordu.
“Ben Bulvar Palas Oteli’nden çok memnunum ve o nedenle başka bir otele geçmeyi de düşünmüyorum” dedi
“Ayrıca, Atatürk rolünü oynamakla Atatürk olamayacağımı da biliyorum. Onun için de, bana sanki Atatürk’müşüm gibi davranılmasından da hoşlanmıyorum. Ben sadece bir aktörüm.”
Bizimkiler, sanki
Atatürk konuşuyormuş gibi hayranlıkla dinledikleri
Yul Brynner’ a
hem hak verdiler, hem de yine bildiklerini okudular:
“Biz şimdi sizin adınıza kocaman bir çelenk ısmarladık” dediler
“Anıtkabir’e bu çelenkle gideceksiniz. Çelengi lahdin yanına ellerinizle yerleştirdikten sonra üç adım geri çekileceksiniz ve ti sesiyle başlayan, ikinci ti sesiyle biten saygı duruşunda bulunacaksınız.”
Yul Brynner Anıtkabir’in merdivenlerinde koskoca çelengi görünce, ev sahipleri bürokratlardan yardım istedi:
“Ben bu kadar kocaman bir çelengi taa bu yoldan mozeleye kadar nasıl taşırım?” dedi
"Lütfen siz de yardım edin bana bunu taşımakta...”
Bürokratlar gülmelerini tutamadılar:
“Aman Mr. Brynner, sizin için şu anda resmi ziyaret töreni uygulanacak” dediler
“Çelengi siz değil, sizin adınıza, sizin önünüzde yürüyecek olan askerlerimiz taşıyacaklar.”
“Hani ben ellerimle yerleştirecektim?”
“Askerler çelengi lahdin önüne kadar taşıyacaklar ve lahdin karşısına onlar yerleştirecekler... O yerleştirme anında siz de çelengin bir ucundan simgesel olarak tutacaksınız.”
"Sonra?”
“Sonra üç adım geri çekileceksiniz ve ti sesini bekleyip, ikinci ti sesine kadar saygı duruşunda bulunacaksınız.”
“Hepsi bu kadar mı?”
“Ayrılırken, şeref kürsüsündeki şeref defterine de Atatürk’le ilgili duygularınızı, görüşlerinizi yazacaksınız.”
Kameraların objektifleri karşısında o güne değin kimbilir kaç kişinin kimliğine giren
Yul Brynner, o gün ilk kez kamerasız bir ortamda, kendisine uygulanan resmi bir ziyaret töreninin
“başrol"ünü oynamak zorunda kaldı.
Akşam otele döndüğünde ise,
“Atatürk gibi önemli bir kişinin rolünü üstlenemeyeceğini” söyledi.
“Kusura bakmayın, Amerika’ya dönmeye kararlıyım” dedi.
Bizim bürokratlar,
Türk basınına, dolayısıyla
Türk halkına bu durumu açıklamanın çok zor olacağını söylediler:
“Nasıl açıklayabiliriz bu kararınızı Türk halkına, Mr. Brynner?” dediler.
Mr. Brynner, sakin sakin yanıtladı bizim telaşlı ev sahiplerini:
“Siz hiç zahmet etmeyin” dedi
“Yarın bir basın toplantısı düzenlerim, basına ben kendim açıklarım bu kararımı...”
Ev sahipleri, basın toplantısının hazırlık çalışmalarından yardımcı olmak istediler:
“Biz Büyük Ankara Oteli'nde uygun bir salon hazırlatırız” derlerken...
Mr. Brynner onların sözlerini yarıda bıraktı:
"Ben basın toplantısını, kaldığım otelde, Bulvar Palas'da düzenleyeceğim” dedi ve...
Evsahiplerine veda etmeden önce, şakasını da yaptı:
"Atatürk rolünü üstlenmekten vazgeçtiğime göre, basın toplantımı aktör sıfatımla yapmamda bir sakınca yoktur sanırım” dedi.
Yul Brynner o gün
Bulvar Palas’ da
saat 11’de düzenlediği basın toplantısını bir sürprizle bitirdi:
“Şimdi sizlerle birlikte öğle yemeği yemek istiyorum” dedi
“Haydi hep birlikte içeri geçelim... Masamızı orada hazırlattım.”
Aktör sıfatıyla, gazetecilerle keyifli bir yemek yediğini hatırlıyorum. Bir de... Tam ağzına lokmasını atarken fotoğrafını çeken bir gazeteciye verdiği dersi hatırlıyorum:
“Çektiğin bu resmi lütfen iptal et ve bir daha da, yemek yerken hiç kimsenin fotoğrafını çekme” dedi
“Çünkü ağzına lokmasını attığı an, bir kişinin görüntüsünün en çirkin olduğu andır. Kimse de çirkin bir görüntüsünün fotoğrafı çekilsin istemez.”
Yul Brynner, belki aktörlüğü kadar fotoğrafçılığıyla da ünlüydü.
Onun bu özelliğini öğrenmek, o gün orada, Turizm ve Tanıtma Bakanlığı yetkililerinin yüreklerine su serpti:
“İyi ki kendi arzusuyla vazgeçti Atatürk rolünü oynamaktan” dedi üçünden biri
“Bula bula bir fotoğrafçıyı mı buldunuz Atatürk rolünü oynatacak diye kimbilir halktan ne eleştiriler alırdık, yukardan ne fırçalar yerdik, onun bu özelliği duyulduktan sonra…” Etiketler:Aktör, Anıtkabir, Atatürk, Bulvar Palas, Dünya Sineması, film, fotoğrafçı, Hitler, Hollywood, rol, Sinemalog, tarihsel