20 Ağustos 2010

Abdürrahim Tuncak

BİRİNCİ BÖLÜM (Samsun’a Hareketten Önce Şişli’deki Evde) “15 Mayıs’ta düşmanın İzmir’e çıktığını herkes o gün öğrendi ama, Mustafa Kemal Paşa bunu bir hafta öncesinden biliyordu. Düşmanın İzmir’e çıkmasının o günün koşullarında önlenemeyeceğini de biliyordu. Onun için, düşmanın çıkmasından sonra ne yapılması gerektiği konusunda çalışıyordu. Evde, özellikle geceleri uzun uzun toplantılar yapıyordu. Haritalar seriyordu masanın üstüne... Arkadaşlarıyla bu haritalar üzerinde görüşmeler yapıyordu. İsmet Bey (İnönü) çok sık geliyordu eve. İsmet Bey’in cebinde hep bir pergel vardı. Harita üzerinde görüşme yaparlarken İsmet Bey cebinden pergelini çıkarırdı, harita üzerinde bir şeyler ölçerdi. Çok kez gördüm onun harita üzerinde pergelle bir şeyler ölçtüğünü... İsmet Bey o günlerde, Harbiye Nezareti’nde önemli bir görevde bulunuyordu. Harbiye Nazırı da, Cevat Paşa idi. Mustafa Kemal Paşa sık sık Harbiye Nezareti’ne gider, Cevat Paşa’yla görüşürdü. Bu görüşmelerinde de hep, Anadolu’ya bir ordu müfettişinin gidip bizim subay ve askerlerin, orada İngilizlerle bir hadise çıkarmamaları için sıkı bir disiplin altına alınmaları gerektiğini söylermiş. Cevat Paşa bir gün Mustafa Kemal’e şöyle demiş: ‘Peki dediğini yapalım ama, ordu müfettişi olarak kimi gönderelim Anadolu’ya?’ Mustafa Kemal Paşa, Harbiye Nazırı’na günlerdir, haftalardır söyletmek istediği sözü böylece söyletmiş olmuş. Ve yine günlerdir, haftalardır kafasında hazır olan yanıtı vermiş: ‘Ben gidebilirim’ demiş. Onun bu yanıtı üzerine Cevat Paşa kağıdı kalemi önüne sürmüş: ‘Yaz öyleyse’ demiş. ‘Kendi emrini kendin yaz. Ben altını imzalarım.’ Harbiye Nazırı’nın emrini, Padişah Vahdettin’in de onaylaması gerekiyormuş. Mustafa Kemal Paşa bu emri alıp saraya gitmiş. Hem bu emri onaylatacak, hem de Vahdettin’e veda edecek... Padişah Vahdettin emri onaylamış ama, Mustafa Kemal Paşa’ya bir de nasihatte bulunmuş: ‘Teftişten öte bir şeyler yapma, fazla ileri gitme’ demiş. ‘İngilizleri kızdırmayalım...’ 15 Mayıs 1919 günü Mustafa Kemal Paşa’nın cebinde kendi yazdığı, Harbiye Nazırı’nın imzaladığı, Padişah’ın da onayladığı işte bu emir vardı. Düşmanın İzmir’e çıktığı o gün, Mustafa Kemal Paşa evden çıkmadı. Bütün gün kahve içti, sigara içti, evin orta katında hep dolaştı, yürüdü... O gün Rauf Bey geldi eve. Cevat Abbas geldi, Refet Bey, Refik Saydam Bey, Hayati Bey, Muzaffer Kılıç Bey geldiler eve... Akşam herkes gittikten sonra Mustafa Kemal Paşa bizi topladı ve anneme şöyle dedi: ‘Annem... İstanbul’dan sonra düşman İzmir’i de almaya teşebbüs etti. Bizim artık bu vatanda yaşamamız haram olacak. Benim düşüncem, ilk fırsatta Anadolu’ya geçmektir. Sonra da icabı halinde sizi de oraya aldırırım.’ Annem bu sözleri büyük bir olgunlukla karşıladı: ‘Asker işi bu...Ben anlamam, Paşa’ dedi. ‘Fakat sen gittikten sonra da biz artık bu evde oturamayız. Bu ev bize çok pahalıya gelir. Akaretler’deki evi boşaltmadık nasıl olsa... Şakir Ağa oturuyor şimdi. Şakir Ağa kendi evine geçer, biz de oraya taşınırız.’ Mustafa Kemal Paşa, annemin bu sözüne karşı durmadı: ‘Peki...Kararı siz verirsiniz’ dedi. ‘Akaretler’e taşınırsınız, ben sizi aldırıncaya kadar orada kalırsınız.’ Mustafa Kemal Paşa, bu konuşmadan sonra anneme sordu: ‘Bavullarım hazır, değil mi?’ dedi. ‘Elbette hazır’ dedi annem. ‘Üç bavulun da hazır, Paşa.’ Mustafa Kemal Paşa yine sordu: ‘Üç tane sivil elbisem de hazır mı?’ dedi. Annem, başını ‘evet’ anlamında sallarken, bir yandan da sordu: ‘Sen paşasın, askersin, oğlum’ dedi. ‘Bir takım sivil elbise hadi neyse ama, üç tane sivil elbiseyi ne yapacaksın?’ Mustafa Kemal Paşa’nın bu soruya yanıtı kısa oldu: ‘Her ihtimale karşı, annem’ dedi. ‘Her ihtimale karşı...’ Hepimiz yataklarımıza çekildik... Mustafa Kemal Paşa’nın geç saatlere kadar uyumadığını çok iyi biliyorum. Onun odasının altındaki odada yatıyordum. Ben uzun zaman uyumadım. Mustafa Kemal Paşa’nın dolaştığını hep duydum... Sonra uyumuşum.

“Ertesi sabah, 16 Mayıs sabahı... O sabah uyandığımızda güneş daha yeni doğmuştu. Evde bir telaş vardı. Biraz sonra Cevat Abbas Bey, Hayati Bey, tanımadığım bir iki kişi daha geldiler. Mustafa Kemal Paşa’nın üç bavulunu indirdiler, kapının yanına koydular. Bir otomobil sesi duydum, dışarı fırladım. Evin önünde durdu otomobil. Harbiye Nezareti’nin otomobiliymiş. Cevat Abbas Bey, Hayati Bey ve öteki konuklar evden çıktılar, otomobilin yanına gittiler. Annem ve Makbule ablam, kapının iç tarafında yanyana durmuşlar, bekliyorlardı. Annem bana yavaşça seslendi: ‘Bakracın hazır mı?’ dedi. ‘Evet... Hazır’ anlamında başımı salladım. Mustafa Kemal Paşa annemin elini öptü. Annem de kollarını onun boynuna sardı, yanaklarından öptü. Sonra sıra Makbule ablama geldi. Makbule ablam eğildi, onun elini öptü. O da Makbule ablama sarıldı, onu öptü. Kapı aralıktı. Mustafa Kemal Paşa’dan önce çıktım ve bahçe parmaklıklarındaki bahçe kapısına gittim, orada durdum. Diz çöktü, iki yanağımdan öptü beni. Bahçede hanımeli çiçeği vardı. Dalları çok kalındı. Ağaç gibi kalın dalları vardı. Bu dallar, bahçeden çıkıyor, evin kapısının üzerine doğru uzanıyordu. Mustafa Kemal Paşa evin kapısından çıktı, hanımeli çiçeğine baktı. Bir ara elini uzattı, tam koparacakken vazgeçti, geri çekti elini. Bahçe kapısına geldi, benim önümde durdu. Diz çöktü, başımı avuçlarına aldı, iki yanağımdan öptü beni. ‘Evin erkeği sensin, Abdürrahim’ dedi ‘Haydi Allahaısmarladık...’ Eline uzandım, elini öptüm. ‘Yolunuz açık olsun, Paşa’ dedim ‘Güle güle, gidiniz hayırlısıyla dönünüz...’ Bahçe kapısının kenarına koyduğum bakracı aldım, yola çıktım. Otomobilin hareket etmesini bekliyordum. Döndü, baktı, beni gördü. Elimdeki bakraçtaki suyu arkasından dökeceğimi anladı. Tebessüm etti. Kaç günden beri ilk kez o an gördüm Mustafa Kemal Paşa’nın yüzünün güldüğünü. Otomobil hareket etti, ben de duasını yaparak bakraçtaki suyu döktüm arkasından... Elimdeki boş bakraçla eve girdiğimde, içeride bir an kimsenin konuşmadığını farkettim. Sonra hıçkırıklardır başladı... Annemle Makbule ablamın içlerini çekerek ağlamalarına ben de katıldım, ben de ağlamaya başladım. O gün evde öğle yemeği yenilmedi. Akşamüstü aile dostumuz Dr. Rasim Ferit Bey geldi. ‘Hiç merak etmeyin’ dedi. ‘Hayırlısıyla bir güzel yolcu ettik...’

İKİNCİ BÖLÜM

(Bandırma Vapuru Samsun Yolunda)

16 Mayıs 1919 günü Mustafa Kemal ve “karargahım” dediği bir grup arkadaşı, kendilerini Samsun’a götürecek Bandırma vapuruna binmek üzereyken, onu uğurlamaya gelenler, Rauf Bey’in son anda Mustafa Kemal Paşa’nın kulağına bir şeyler fısıldadığını gördüler. “Bandırma” hareket ettikten hemen sonra Mustafa Kemal Paşa, arkadaşlarına bu fısıltıyı, yine aynı gizlilik içinde, bildirdi: “Rauf Bey, İngilizler’in vapura bir şeyler yapabileceği ihtimalinden bahsetti” dedi. “Benim kafamda da mevcuttu zaten böyle bir ihtimal...” Mustafa Kemal Paşa, kendisini ilgiyle dinleyen, “yol arkadaşları”na, “ihtimal”e karşı aldığı önlemi de açıkladı: “Boğaz’dan çıktıktan sonra, geminin idaresini ele alacağım” dedi. “Ve geminin rotasını değiştireceğim...” Mustafa Kemal Paşa, dediğini yaptı. “Bandırma” İstanbul Boğazı’nı geçip Karadeniz’e çıkar çıkmaz, Mustafa Kemal Paşa da geminin kaptan köşküne gitti, kaptanı bir kenara çekip, ona şöyle dedi: “Sen bu geminin kaptanısın, ama ben de komutanıyım. Bu andan itibaren ben ne dersem, vapur o şekilde hareket edecek. Bizi tehdit edecek ilk düşman gemisini görünce, en yakın Anadolu sahiline baştan kara yanaşacaksın. Biz de atlayıp karaya çıkacağız.” Bu emrinden sonra Mustafa Kemal Paşa gemisinin rotasını sordu kaptandan. Kaptan, önündeki haritadan rotayı gösterdi. Rotaya göre “Bandırma”, Boğaz çıkışından, Sinop Burnu’na doğru uzanan bir düz çizgide yol alacak, yolun büyük bir bölümünü, Anadolu sahillerinin bir hayli açığından gitmek durumunda kalacaktı. Mustafa Kemal Paşa, rotanın sahilden böylesine uzak olduğunu görünce kaptana ikinci emrini de verdi: “Bu rotayı hemen değiştireceksin” dedi. “Açık denizden değil, sahili izleyerek gideceksin. Herhangi bir hadise karşısında, derhal sahile çıkacağız.” Kaptan, “komutan”ın emrini hemen yerine getirdi, rotasını değiştirdi. Sahilin birkaç mil ötesinden geçen ve sahili hiçbir zaman gözden uzaklaştırmayan yeni bir rota çizdi, bu rotayı uygulamaya başladı. “Bandırma” Samsun’a bu nedenle biraz geç, fakat emin bir biçimde gidebilmiştir.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

(Mustafa Kemal Paşa, Padişah’a Baş Kaldırmış)

Mustafa Kemal Paşa’nın evden ayrılışından iki üç hafta kadar sonra, mahallede bir dedikodu, giderek yayılmaya başladı. Önce, komşularımızdan duyduk haberi... ‘Mustafa Kemal Paşa Anadolu’da, Padişah Efendimize baş kaldırmış, isyan etmiş’ dediler. ‘Bütün İstanbul, bu haberle çalkalanıyor’. Bu dedikodular annemin kulağına kadar geldiğinde, o hiç önemsemedi. ‘Paşa neyin doğru olduğunu bilir’ dedi. ‘O ne yaparsa, doğru bildiği için yapar.’ Bir gün sonra Anadolu’dan ilk mektup geldi anneme. Mustafa Kemal Paşa, kim olduğunu hatırlayamayacağım bir yakınıyla annesine elden bir mektup göndermişti. ‘Bu mektup okunduktan sonra yırtılıp yok edilecek’ dedi mektubu getiren kişi. Mektup okunup yok edildikten sonra annem, mektubu getiren kişiyle bir süre konuştu. O gittikten sonra da bizi yanına topladı, bize de bilgi verdi: ‘Mustafa Kemal Paşa’dan haber geldi’ dedi. ‘Sağlığı yerindeymiş. (Memleketi düşmandan kurtarmak lazım) diyor. Onun için bir süre daha dönemeyecekmiş. Fakat bizi her fırsatta haberdar edeceğini söylüyor. Mektubu getiren kişiyle de konuştum. Paşa’nın sağlığının yerinde olduğunu o da söyledi.’ Mustafa Kemal Paşa’nın ‘Padişah’a başkaldırdığı’ dedikoduları mahallemizde yoğunluk kazanmaya başlamıştı. Bu dedikoduların, annemi rahatsız ettiğini anlıyordum. Makbule ablamı, beni ve aşçımızı yine topladı bir gün: ‘Biliyorsunuz, bu evin kirası çok pahalı’ dedi. ‘Hem bu ev bize çok büyük... Buradan çıkıp, Akaretler’deki evimize dönmek istiyorum. Nasıl olsa oranın kirası hala bizim üstümüzde... Şakir Çavuş’a haber göndeririz, iki günde kendi evine geçer, bizim evi boşaltır.’ Hatırlayabildiğime göre, Şişli’deki evin kirası 15 lira, Akaretler’deki evin kirası ise 1 liraydı. Yeniden Akaretler’deki eve döndük, oraya yerleştik. Annem, Selanik’ten gelirken, yanında bir miktar para getirmiş. Akaretler’deki eve döndüğümüzde, o paranın bir bölümünü “ölüm parası” olarak ayırdı. Kalanıyla da, idare edip bizi geçindirmeye başladı. Mustafa Kemal Paşa, gittiği her yerden eve haber göndermeye devam ediyordu. İstanbul’a başka işler için gönderdiği kişiler, Mustafa Kemal Paşa’nın talimatı üzerine eve de uğruyorlar, ya bir mektup getiriyorlar, ya da ondan sözlü olarak haber getiriyorlardı. İster sözlü olarak gönderdiği haberlerde olsun, ister mektuplarında olsun, Mustafa Kemal Paşa önce kendi sağlık durumu konusunda bilgi veriyordu. ‘Biz burada iyiyiz, sıhhatteyiz, siz de sıhhatinize iyi bakın’ diyordu. Sonra da, ‘Vatanın düşmandan kurtarılması için’ çalışmalarına bir süre daha devam etmesi gerektiğini bildiriyordu.

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

(Sen Mustafa Kemal Paşa’nın Piçisin)

“Sivas ve Erzurum’dan sonra Ankara’ya geçtiğinde ise, mektup ve haberlerinde, sağlık durumu dışında, değişmeyen bir başka konu daha yer almaya başladı. Mustafa Kemal Paşa, Ankara’dan gönderdiği her haberlerinde ve mektuplarında, ‘Sizi en yakın zamanda yanıma aldıracağım’ diyordu hep. Fakat o konuda talih, annemden önce benim yüzüme güldü. Annemden önce beni aldırdı Ankara’ya. Çünkü buradaki bir olay kulağına kadar gitmiş, onu çok üzmüştü. O olay şuydu: Akaretler’de, bizim evin çok yakınında bir ilkokula gidiyordum. Okulda, Çerkez çocuklar da vardı. Bu Çerkez çocuklardan sekiz on kadarı bir gün beni okulun bahçesinde çevirdiler: ‘Seni Mustafa Kemal Paşa’nın piçisin. Seni o büyütüyor... O, vatan hainidir. Padişah Efendimize isyan etmiştir o’ diyerek, üstüme yürüdüler. Ben de onlara, aynı onların konuştukları sertlikte karşılık verdim: ‘Sizin vatan haini dediğiniz Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’u kurtarmıştır’ dedim. ‘Çanakkale muzafferidir o... Mustafa Kemal Paşa Çanakkale’de düşmanı durdurmasaydı, bugün hiçbiriniz hayatta bile olmazdınız...’ dedim. Ben sözlerimi bitirmeden, bu çocuklar üzerime atıldılar ve beni aralarına aldılar, dövdüler. Ağlaya ağlaya eve döndüğümde annem şaşırdı. Ne olup bittiğini anlattım. ‘Bir daha o okula gitmeyeceksin’ dedi.

BEŞİNCİ BÖLÜM

(Mustafa Kemal Paşa’nın Evini Arayacaklar)

“Ailemizin bir ferdi gibi bize yakın olan Şakir Çavuş, Çanakkale’de Mustafa Kemal Paşa’nın emir erliğini yapmıştı. Komutanına duyduğu saygı ve güven, anlatılması mümkün olmayan sağlamlıkta ve samimiyette bir bağlılık oluşturmuştu. Çanakkale Savaşı’ndan sonra memleketi Erzurum’a dönmemiş, kendini artık emir erliğini yapamadığı Mustafa Kemal Paşa’nın evinin ve ailesinin hizmetine adamıştı. Erzurumlu Şakir Çavuş, memleketten getirttiği eşi ve çocuklarıyla Beşiktaş’ta, Mustafa Kemal Paşa’nın evinin yakınlarında bir eve yerleşmişti. Hemen her gün eve gelir, evin dışarıdaki işlerini yapar, Zübeyde Hanım’dan o gün için ‘ne emirleri olduğunu’ sorardı. Şakir Çavuş’un, Mustafa Kemal Paşa’nın ailesine olan yakınlığını bilen Beşiktaş muhtarı bir gün ona, eve ulaştırması için gizli bir haber fısıldamış: ‘Ecnebi askerler (işgal kuvvetleri mensupları) evleri aramaya başladılar. Mustafa Kemal Paşa’nın evini de arayacaklar. Evin adresini sordular. Evde silah varsa, iyice saklayın ya da başka bir yere götürün...” Şakir Çavuş, muhtarın bu gizli haberini getirdiğinde Zübeyde annem, bu haberi önemsemedi. ‘Evde silah yok ki...’ dedi. ‘İsterlerse arasınlar evi... Bir şey bulamazlar ki...’ Oysa çatıda, Mustafa Kemal Paşa’nın Çanakkale’den getirdiği iki tüfek vardı. Bu tüfekleri annem de, Şakir Çavuş da unutmuşlardı. Annem ‘Evde silah yok ki... Bir şey bulamazlar ki’ deyince birden heyecanlandım, telaşlandım. Çünkü evde silah vardı. Hem de iki tane silah vardı. Çatıda gördüğüm silahları anlattım: ‘Anne, bizim evde silah var’ dedim. ‘Ben güvercinlerimi seyretmek için çatıya çıktığımda, orada gördüm... Üzerleri de çuvalla örtülü...’ Annemden önce, Şakir Çavuş telaşlandı birden: ‘Eyvah ben onları hepten unutmuştum’ dedi. ‘Abdürrahim doğru söylüyor. Evde biz kalırken benim çocuklar o iki tüfekle oynamasınlar diye ben onları çatıya kaldırmıştım. Abdürrahim’in dediği gibi, üzerlerine de çuval örtmüştüm... Bu iki tüfeği derhal saklamamız lazım...’ Şakir Çavuş, tüfekleri nereye saklayacağını düşünürken, birden aklına geldi: ‘İneği alt kattaki odaya alalım...’ dedi. ‘O odaya ahır süsü verelim. Silahları da, odanın döşemesinin altına saklayalım.’ Şakir Çavuş, aklına gelen bu düşünceyi uygulamak üzere ayağa kalktı.”

* * * “Şakir Çavuş’un sözlerinden, evde inek besliyormuşuz gibi bir anlam çıkmasın. İneğimizin öyküsü şöyledir: Üsküdar’da bir eczacı aile vardı... Biz onlara giderdik, onlar bize gelirdi. Bir gün annem beni de götürdüğünde, ev sahibi hanım üzgün üzgün, dert yandı: ‘Tayinimiz çıktı, gidiyoruz’ dedi. ‘Bütün üzüntümüz, ineğimiz. Biliyorsunuz, nasıl da severiz ineğimizi... Götürmek isteriz ama, götüremeyiz... Satmak deseniz, onu hiç düşünmüyoruz... Çünkü sattığımız kişi, muhakkak keser ineğimizi... Biz de hayvanın kesilmesine razı olamıyoruz. Ne yapacağımızı şaşırdık.’ Ev sahibi hanımın bu dert yanması üzerine annem ona bir öneride bulundu: ‘Bize bırakın’ dedi. ‘Biz kesmeyiz... Bakarız... Sütünü de, Naciye’min erkeceğine içiririm bol bol...’ Yani beni kastediyordu, annem. “Naciye’min erkeceği” dediği, bendim. İneğin öyküsünden önce, ‘Naciye’min erkeceği’ adının öyküsünü anlatayım: Annemin üç çocuğu dünyaya gelmiş. Mustafa, Makbule ve Naciye... Üçüncü çocuğu, yani Naciye, çok zayıf bünyeliymiş. Tüberküloza yakalanmış ve 12 yaşında bu hastalıktan ölmüş. Annem beni hep, bu çocuğunun yerine koyar, öyle severdi. Bu nedenle de bana hep, ‘Naciye’min erkeceği’ der, beni öyle severdi. Tüberkülozdan bir evladını kaybetmiş olması, bu hastalığa karşı onda bir çekingenlik yaratmıştı. Benim de bu hastalığa yakalanmamam için bana öyle çok yemek yedirirdi ki... Bol bol da süt içirirdi, muhallebi yedirirdi. Onun bu titizliği sonucu çocukluğumda, ay parçası gibiydim. Tombul tombuldum... Dostlarımızın ineğini almayı önerdiğinde, ‘Naciye’min erkeceği’ne de bol bol süt içiririm’ demesinin altındaki anlam, beni daha güçlü bir bünyeye sahip kılmak isteğiydi.”

* * * “Eczacıların ineğini aldık, eve getirdik. Evin arka tarafında bir bahçe vardı. İnek geceleri oraya bağlanıyordu. Şakir Çavuş, derme çatma bir barınak da yapmıştı ona. Gündüzleri ineği alır, otlatmaya götürür, akşamları da o barınağa bağlardı. ‘Alt katta, kapının girişinde sağdaki oda var ya... İşte o odanın iki tahtasını sökelim. Tüfekleri o tahtanın altına saklayalım’ dedi. ‘Sonra da tahtaları yerine çakıp, bahçeden biraz ot, biraz saman getirip, odaya dökelim. İneği de o odaya alalım. Odaya bir ahır görüntüsü vermiş oluruz.’ Annemin rızasını aldıktan sonra Şakir Çavuş bir yerlere gitti, oradan çekiç, keser gibi aletler getirdi. Bu aletleri de kullanarak, kapıdan girişteki sağ odanın tahta döşemesinden iki tahta söktü. Çatıdan indirdiği tüfekleri ayrı ayrı çuvallara tek tek sardı ve bana döndü: ‘Haydi bakalım, Abdürrahim’ dedi. ‘Bu iki tahtanın boşluğundan ancak sen sığabilirsin... Bu boşluktan döşemenin altına gir... Ben sana tüfekleri vereceğim. Sen de döşemenin altından ilerilere doğru yerleştireceksin.’ Şakir Çavuş’un dediğini yaptım. Sökülen iki tahtanın boşluğundan oda döşemesinin altına girdim ve çuvallara sarılı iki tüfeği, odanın en uç köşelerine kadar yerleştirdim. Ben döşemenin altından çıktıktan sonra annem, ‘Aferin sana, Abdürrahim’ dedi. ‘Sen meğer ne işler de becerebiliyormuşsun...’ Şakir Çavuş, söktüğü tahtaları yerlerine çaktı. Bahçeden birlikte birkaç kucak ot ve saman getirdik. Şakir Çavuş bu ot ve samanları odanın her tarafına serpiştirdi. Sonra yeniden bahçeye gitti, bu kez ‘özel saman’ getirdi. ‘Şimdi getirdiklerimin üstünde inek pislikleri var’ dedi. ‘Yerde inek pisliği bulunmayan ahır olur mu hiç?’ Oda, pislikli samanların da yerleştirilmesinden sonra, konuğunu kabul etmeye hazırdı artık. Oda, tam bir ahır görünümündeydi. Annem, ineğin bu odada sürekli mi kalacağını sordu. ‘İki gün kalsın yeter’ dedi Şakir Çavuş. ‘Çünkü odaya ineğin kokusunun sinmesi lazım.’ Bahçeye çıktık, ineği getirdik, evdeki ‘özel odası’na yerleştirdik. İşgalcilerin gelip evimizi aramalarını beklemeye başladık. Çünkü evimiz, onların aramasına hazırdı.

ALTINCI BÖLÜM

(Çanakkale Hatırası Tüfekler Çatı Arasındaydı)

Ordudaki rütbesi ne olursa olsun, Mustafa Kemal, evinde her zaman “Paşa” idi. Harp Okulu’nda öğrenci olduğu yıllarda annesinin gönlünde kazandığı “Paşa”lık rütbesine, orduda, Çanakkale Zaferi’nden sonra ulaştı. Çanakkale’den, Akaretler’deki kiralık evine Mustafa Kemal Paşa, sadece paşalık rütbesiyle değil, böbrek sancıları ve ayrıca iki de tüfekle döndü. O iki tüfek, evde salonun duvarında asılıydı. O tüfeklerle ilgili anısını evde annesine ve kızkardeşine anlatırken O’nu, ben de, yine her zamanki gibi, can kulağıyla dinledim. Şöyleydi o anısı: “Zafere ulaştığımız günlerdeydi... Bir gün çadırımda otururken dışarıdan yüksek sesle konuşmalar geldi kulağıma. Bir tartışmadan doğan seslerdi. Dışarı çıktım, baktım. Bizim birkaç asker, ortalarına aldıkları iki İngiliz askerle tartışıyorlardı. İngiliz askerlerin elinde birer piyade tüfeği vardı.Beni görünce, tartışmayı durdurdular. Ne olup bittiğini sordum. ‘İki İngiliz esir aldık, komutanım’ dedi bizim askerlerden biri. ‘Ellerindeki tüfeklerini de almak istiyoruz ama, bir türlü vermiyorlar. Biz de zor kullanmak istemiyoruz. İkisi de “Komander, Komander” deyip, başka bir şey demiyorlar. “Komutan” demek istiyorlar galiba... İlle de sizin çadırınıza gelip sizi görmek istiyorlar.’ İngiliz askerlerin ellerindeki tüfeklere baktım, bizimkilere sordum: ‘Niçin, tüfekli bunlar?’ dedim. ‘Ne biçim esir bunlar, böyle?’ ‘Tüfekler boş, komutanım’ dedi askerlerden biri. ‘Gözlerimin önünde fişekleri boşalttılar, attılar. Yoksa onları bu tüfekle çadıra bu kadar yaklaştırmazdık.” Bizim askerlere, bir de İngiliz askerleri dinlemek istediğimi söyledim. İçlerinden biri, çok az Fransızca biliyordu: ‘Kado, kado’ dedi ve ikisi de tüfeklerini bana uzattılar. Bir kez daha ‘Kado, kado’ dediler. ‘Kado’, Fransızca’da hediye demektir. Çok az Fransızca bilen İngiliz asker, güçlükle de olsa, derdini anlattı: ‘Biz ikimiz de tüfeklerimizi size hediye etmek istiyoruz’ dediler. ‘Bunu, bizi esir alan askerlerinize anlatamadık... Buyurun, tüfeklerimizi lütfen bir hatıra olarak kabul edin.’ Evimizin salonunun duvarında, bir Çanakkale haritası vardı. Hatıra iki tüfek, haritanın altına, çapraz biçimde asılmıştı. Mustafa Kemal Paşa duvardaki tüfekleri eliyle işaret etti: “İşte bu iki tüfek, bana iki İngiliz esir askerin hediyesidir” dedi. “Aslında bunlar, benim için Çanakkale’nin hatırasıdırlar.”

* * * Şişli’de yeni kiralanan eve taşınırken, hangi eşyayı alıp, hangisini bırakacağımızı annem, Mustafa Kemal Paşa’ya soruyordu. Sıra, duvardaki tüfeklere geldi. “Bu tüfekleri o eve götürmeyelim, annem” dedi Mustafa Kemal Paşa. “Bunlar burada kalsın.” Sonra da bunun nedenini açıkladı: “Yeni evimizde birçok temaslar yapacağım. Çok kişi girip çıkacak o eve. Bunların arasında ecnebiler de olabilir. Bu tüfeklerin orada asılı durması, ecnebilere karşı ayıp olur.” Şişli’deki eve taşındık ama, Akaretler’deki evi bırakmadık. Şakir Çavuş geçici olarak taşındı oraya. Şakir Çavuş’un iki çocuğu vardı. Babalarının evde olmadığı zamanlar çocuklar, duvardaki “Çanakkale hatırası” tüfekleri alırlar, oynarlarmış. Şakir Çavuş bir gün yakalamış bunları ve tüfekleri ellerinden almış. Sonra da, çocukların bulamayacağı bir yere, en üst katta, çatıya asmış. Üzerlerine de iki kat çuval örtmüş. Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a gidişinden bir iki ay sonra Şişli’deki evden çıkıp, yeniden Akaretler’deki evimize taşındığımızda, annem de, Şakir Çavuş da bu tüfekleri unutmuşlardı.

* * * Ben güvercinleri çok severdim. Akaretler’deki sıra evlerde çatıların dışında, 25-30 santim genişliğinde çıkıntılar vardır. Akaretler yokuşunun üst bölümünden bakılınca, yokuşun alt bölümündeki evlerin çatı kenarlarında bu çıkıntılar, bugün bile görülebilir. Güvercinler bu çıkıntlara konarlar, hatta yumurtalarını bırakırlardı. Güvercinleri çok sevdiğim için sık sık çatıya çıkar, onları yakından seyrederdim. Şişli’deki evden ayrılıp, yeniden Akaretler’e döndüğümüzde, güvercinlerime kavuştuğum için çok sevinçliydim. Yine çıkmaya başladım çatıya... Bu kez daha ilginç bir olayla karşılaştım. Çatı önündeki çıkıntılarda iki tane güvercin yumurtası vardı. Güvercinlerin, o yumurtaların üstüne oturmalarını uzun uzun seyrederdim. Sonra yavrular çıktılar yumurtalardan. O yavruların büyümelerini gün gün izlerdim. Bir gün yine güvercin yavrularını seyretmek için çatıya çıktığımda, çatıda bir çuvalın asılı olduğunu gördüm. Yaklaştım, çuvala baktım. Çuval, duvarda asılı duran başka bir şeyleri örtmek için örtü olarak kullanılmıştı. Kaldırdım, baktım ve... Mustafa Kemal Paşa’nın Çanakkale’den getirdiği hatıra iki tüfeği gördüm. Tüfeklerin orada durması herhalde dikkatimi pek çekmemiş olmalı ki, üzerlerindeki çuvalı yeniden örttüm ve başımı dışarı uzatıp, güvercinlerimi seyretmeye devam ettim.” * * *

“Hani Şakir Çavuş, Beşiktaş muhtarından duyduğu bir haberi anneme getirmişti de, ‘Ecnebi askerler evleri aramaya başladılar... Mustafa Kemal Paşa’nın evini de arayacaklar. Evin adresini sordular. Evde silah varsa, ya iyice saklayın ya da başka bir yere götürün...’ deyince, annem de bu haberi hiç önemsemeyip, ‘Evde silah yok ki... Evi isterlerse arasınlar... Bir şey bulamazlar ki...’ demişti ya... İşte o konuşmayı yaparlarken annem de, Şakir Çavuş da, çatıdaki silahları unutmuşlardı.”

YEDİNCİ BÖLÜM

(İngilizlere Evi Aramaya Geldiler, Kokuyla Karşılaştılar)

İşgal kuvvetlerine mensupları subayların, Mustafa Kemal Paşa’nın Akaretler’deki evini arayacakları haberini muhtardan gizli olarak öğrenip, Zübeyde Hanım’a bildirmesinden sonra, Şakir Çavuş, küçük Abdürrahim’in de yardımıyla, evdeki iki tüfeği, girişteki odanın döşemesi altına saklamış, “ahır” görünümü vermek için de samanlar ve otlar saçtığı odaya, kokusunun sinmesi düşüncesiyle ineği de getirmişti.

“İnek odada iki gün kalıp, kokusunu odaya iyice sindirdikten sonra Şakir Çavuş, hayvancağızı artık gün ışığına çıkarmak ve biraz da açık havada otlatmak istedi. (Akşamları getirir, odasına yerleştiririm) dedi (Gündüzleri biraz Ihlamur’a çıkarayım, dolaştırayım hayvancağızı). Şakir Çavuş birkaç gün sonra soluk soluğa eve geldi: (Muhtar bugün beni buldurdu, yeni bir haber verdi) dedi (Ecnebiler bugün geleceklermiş bizim evi aramaya. Ben şimdi Ihlamur’a gidip, ineği getireceğim. Onlar geldiklerinde inek içeride olsun.) Şakir Çavuş bunları söyledikten sonra gitti ve ineği alıp, getirdi odaya soktu. Akşama doğru kapımız çalındı. Şakir Çavuş açtı. Ben, onun arkasında duruyordum. Kapıda, muhtar, Beşiktaş Karakolu’ndan bir polis, yanlarında bir İngiliz, bir Fransız ve bir İtalyan subayı vardı. Şakir Çavuş kapıyı açıp da, karşısında onları görünce sordu: ‘Ne istiyorsunuz?’ dedi. İngiliz subay, Türkçe konuşabiliyordu. Sesi sertti: ‘Kim oturuyor bu evde?’ diye sordu. Şakir Çavuş, kendisinden duymaya alışık olmadığımız sertlikte bir sesle yanıtladı onun bu sorusunu: ‘Mustafa Kemal Paşa’nın annesi oturuyor bu evde’ dedi. İngiliz subay, yine sert bir sesle bu kez emir verdi: ‘Söyle gelsin’ dedi. Şakir Çavuş da yine aynı biçimde karşılık verdi: ‘Gelemez’ dedi. ‘Çünkü hastadır... Yukarıda, yatağında yatmaktadır.’ İngiliz subay, Şakir Çavuş’a bu kez, kendisinin kim olduğunu sordu. ‘Ben bu evde oturanların hizmetindeyimdir’ diye karşılık verdi Şakir Çavuş. İngiliz subayın sesi biraz yumuşadı: ‘O halde rahatsız etmeyelim, sadece alt kata bir bakalım’ dedi ve karşısındakinden bir yanıt beklemeden kapıdan içeri girdi. Yanındakiler onu izlediler. İngiliz subayın elinde bir el feneri vardı. Feneri yaktı, merdivenin altına tuttu, baktı. Sonra Şakir Çavuş’a döndü. ‘Bu koku ne böyle?’ diye sordu. Şakir Çavuş, ineğin olduğu odanın kapısını gösterdi: ‘İçeride inek var’ dedi. ‘Onun kokusu...’ İngiliz subay ‘ahır’ın kapısını açtı, içeri girmeden, kapıdan baktı: ‘Bu inek ne?’ dedi. ‘Ev içinde bir inek...’ Şakir Çavuş hiç bozmadan karşılık verdi: ‘Doğuracak’ dedi. ‘Doğumu yakın da, ondan içeri aldık... Zaten evin bu alt katını kullanmıyorduk.’ Fransız ve İtalyan subaylar da baktılar ‘ahır’dan içeri. Sonra da hep birlikte, geldikleri gibi gittiler. Evi aramaları bu kadarla bitti.” * * * “Bu olaydan birkaç ay sonra, bir gün, Şakir Çavuş eve geldi ve annemle görüştü: ‘Hanımanne’ dedi ‘Bu gece eve bir kişi gelecek... Tüfekleri ona vereceğim.’ Annem, ‘Sen bilirsin’ dedi. Gece ‘beklenen kişi’ geldiğinde, Şakir Çavuş beni ‘ahır’a indirdi. ‘Haydi bakalım, Abdürrahim’ dedi. ‘Sana yine iş düştü.’ Kendisi döşemenin tahtalarını kaldırdı... Ben de döşemeden açılan boşluktan girip, tüfekleri sakladığım yerden çıkardım. Şakir Çavuş iki tüfeği de, gece gelen o kişiye verdi. Tüfekleri alan kişi evden çıkıp gecenin karanlığında kayboldu, gitti Annem, Şakir Çavuş’a sordu: ‘Bizim evde iki tüfek olduğunu nereden biliyormuş o gelen kişi?’ dedi. Şakir Çavuş sadece sorulanlara yanıt verdiği için, daha önce sorulmayan bu soruyu ancak o zaman yanıtladı: ‘Kılıç Ali Bey’den geliyordu o adam’ dedi. ‘Tüfekleri o istemiş.’ Annem bu kez, evdeki tüfeklerden Kılıç Ali Bey’in nasıl haberi olabileceğini merak etti, onu sordu: ‘Hem kendisini tanıyan, hem de evde iki tüfek olduğunu bilen bir kişi söylemiştir, herhalde’ dedi. ‘Yoksa nereden bilecek bizim evdeki silahları Kılıç Ali Bey?.. O taa, Gaziantep’te şimdi...’ Annem, Şakir Çavuş’un sözlerinden onun ne demek istediğini anlamıştı. Daha fazla soru sormadı ona. Aylar sonra Ankara’da, Mustafa Kemal Paşa’yla buluşup, yine birlikte olabildiğimizde, annem evde olup bitenleri anlatıyordu. Konu benim yaramazlıklarıma geldiğinde annem, Şişli’deki evin o dik trabzanlarından gizli gizli kaydığımı, kendisinin de bunu duyunca bana çok kızdığını gülerek, tatlı tatlı anlatırken birden tüfekler geldi aklına: ‘Paşa, senin bu Abdürrahim Şakir’le işbirliği yaptı, senin Çanakkale hatırası tüfeklerini verdi’ dedi. Mustafa Kemal Paşa, bana gülümseyerek baktı: ‘Aferin, iyi yapmışsın’ dedi. Sonra anneme döndü: ‘Haberim var, anne’ dedi. ‘Ben istettim o tüfekleri... Kılıç Ali’ye lazımdı...’

SEKİZİNCİ BÖLÜM

(IIgazlar’dan Ankara’ya Yolculuk)

Bu olaydan bir ay kadar sonra annem, bana yeni bir haber verdi: ‘Paşa bizi Ankara’ya aldırıyor’ dedi. ‘Ben biraz rahatsız olduğum için hemen gelemeyeceğim. Fakat sen gideceksin. Salih Bey amcan da (Bozok) oğlu Cemil’i istetmiş Ankara’ya. Bir albay, ailesiyle birlikte Ankara’ya gidiyor. Cemil’le sen de onlarla birlikte gidersin.’ Ankara’ya gidecek olan albay, eşi, iki asker, Cemil ve ben, İstanbul’dan bir İtalyan vapuruyla, İnebolu’ya gittik. Orada bir yaylı arabaya bindik. Kimbilir kaç gün sürdü yolculuğumuz, hatırlayamıyorum. Yaylı arabayla Kastamonu, Ilgaz dağları üzerinden Ankara’ya vardık. Bu yolculukla ilgili hiç unutamadığım anım şudur: Ilgaz dağlarında bir handa geceyi geçirecektik. Handan içeri girdik. Han kapısının arkasına koca koca kolonlar dayadılar. Arabada birlikte geldiğimiz iki asker, kapının biraz ötesinde çömeldiler, silahlarını kapıya doğru yönelttiler. Sanki bir iki dakika sonra kapı açılacak, birileri girecek de onlar da ateş edeceklermiş gibi hazır bekliyorlardı. Yanlarına gittim, sordum: ‘Burada, kapının arkasında koca koca iki kalas dayalı’ dedim. ‘Bu kapı açılacak da, içeri yabancı biri mi girecek sanıyorsunuz?’ Askerlerden biri gülmeye başladı: ‘Biz, sizlerin güvenliğinden sorumluyuz’ dedi. ‘Dağlar eşkiya dolu...’ Benim aklım yine kolonlardaydı: ‘Eşkiya baskın yapsa, bu kapıyı açamaz ki’ dedim. Asker yine güldü: ‘Ne olur, ne olmaz’ dedi. ‘Biz vaziyetimizi alalım, bekleyelim.’ Ve sonra yataklarımıza gidip rahat rahat uyumamızı söyledi bize...’

DOKUZUNCU BÖLÜM

(Halep’e Gidiş ve Yerel Giysili Fotoğraf)

Mustafa Kemal Paşa, 20 temmuz 1917 tarihinde, V. Ordu komutanı olarak Suriye’de göreve başlamıştır. Şevket Süreyya Aydemir, “Tek Adam” adlı yapıtının 291. sayfasında onun yaşamındaki bu bölümü şöyle anlatmaktadır: “Suriye’de asıl kumanda, Alman Mareşali Von Falkenhayn elindedir. Bu zatın Kurmay Başkanı Albay Von Dumez’dir. Dumez ile Mustafa Kemal arasında ise, bir türlü normal dostluk münasebetleri kurulamaz. Ve bellidir ki, Dumez, Mustafa Kemal’e hakkı olan ordu komutanlığını, bütün birlikleri ile vermek taraflısı değildir. Onu oyalar. Cephede ve birlikler arasında bölge ve vazife taksimi, elbette ki mareşale aittir. Ama Mustafa Kemal de, VII. Ordu Komutanı olarak tayin edilmiştir. Gerekli kolordular emrine verilmeli ve cephenin belli bir kısmında kumanda vazifesini almalıdır. İşte bu, bir türlü yapılamaz. Araya birtakım anlaşmazlıklar da girer. Dumez, Mustafa Kemal’in hastalığını bahane ettiğini ve vazife almak istemediği kanaatini daha yüksek makamlara ulaştırır. Mustafa Kemal ise, sadece bir ordu komutanının hakkı olan şerefli mevkii ve yetkileri istemektedir. Halbuki ona nihayet, iki tümenle ve önemsiz bir görev gösterilmektedir. Çeşitli yazışmalardan sonra bu konu, “şöyle böyle” hallolmuştur.

O sırada Türk-İngiliz cephesi, Filistin’in güney sınırında, Sina Çölü kapılarındadır. Fakat İngilizler üstündür. Çok tahkimat yapmışlardır. Bir kanatları denizde donanmaya, diğer kanatları çöle ve çöldeki ücretli Arap kabilelerine dayanmaktadır. İşte bu vaziyette, General Falkenhayn’ın planı, Sina cephesine bir taarruz tertibi ile İngilizleri Süveyş Kanalı’na doğru sürmektir. Falkenhayn’ın emrinde Suriye’de IV.. VII. ve VIII. ordular bulunuyordu. Falkenhayn, VIII. Ordu ile cepheden, Mustafa Kemal’in VII. Ordusu ile sahil boyunca Birussebi üzerinden taarruza geçecekti. Bu taarruzda en mühim vazife Mustafa Kemal’e ve VII. Ordu’ya düşüyordu. Hülasa, yeni bir Sina macerası açılıyor, yeni bir çöl seferi başlıyordu. Mustafa Kemal, hem İngiliz ordusunu, hem de İngiliz donanmasını tanırdı. Çanakkale’de onlarla boğaz boğaza boy ölçüşmüştü. Ve bir adım geri çekilmedikten başka, cephesindeki düşman kuvvetlerini, topraklarımızı bırakıp geri gemilerine dönmeye, kaçmaya mecbur etmişti. Ama Çanakkale’deki dava, bizzat karşı tarafın dediği gibi “Devler diyarında bir devler savaşı” idi. Orada memleketin ölüm kalımı teraziye konulmuştu. Halbuki Sina Çöl’ünde, Mustafa Kemal bu maceraya taraftar değildi. O disiplinli bir savunma taktiği ve stratejisi isityordu. Fakat Falkenhayn bu görüşte değildi. O, Alman Genelkurmayı’nın da görüşlerini uygulama çabasına uyarak, İngilizlere karşı taarruz hareketlerine girişilmesi taraftarı idi. Mustafa Kemal huzursuzdur. Bu sefer yine kaleme sarılır. Durumu etrafıyla inceler. Şartları hesaplar. Ve bir sureti Sadrazam Talat Paşa’ya gönderilmek üzere Başkumandanlık Vekaleti’ne, siyasi nitelikte bir rapor hazırlar. Birinci Dünya Savaşı’nın önemli belgeleri arasında yer alan bu rapor, sadece bir askeri kumandanın, herhangi bir stratejik hareket üstünde, üstlerine yazdığı mesleki bir bildiri değildir. Rapor çok cephelidir. İleriye müteveccihtir. Kesin ve kararlıdır. Memleketin içinde bulunduğu maddi ve manevi çöküntüyü her cepheden ve cesaretle açıklamaktadır. Sadrazam Talat Paşa’ya da bir sureti gönderilen bu raporun aslı, Başkumandan Enver Paşa’ya gönderilmiştir. Mustafa Kemal’in bu raporu kabul edilmemiştir. Başkomutanlık, bu raporda ileri sürülen fikirleri, resmi ve dar bir üslupla reddetmiştir. İşte bunun üzerine Mustafa Kemal, hiçbir askerin, hele bir ordu kumandanının yapamayacağı ve hatta bir bakışta yapılmaması lazım gelen bir şey yapar: Hem de kendi tabiriyle “Kendi kendini kumandanlıktan affederek” kendi vekilini kendi tayin eder, vazifesinden çekilir. Bu garip bir istifadır. Bir ordu kumandanının, bir savaş cephesinde ve hem de bir taarruz öncesinde böyle bir hareketi, şeklin, kanunların ve savaş disiplininin kapsayamayacağı bir şeydir. Bu hareketi, Genelkurmay ve Başkomutanlık Vekaleti sert ve kesin bir kararla karşılayabilirdi... Hem başka kumandanlara da misal olsun diye... Ama öyle olmadı. Önce Mustafa Kemal’i kararından vazgeçirmeye, istifasını geri almaya razı etmeye çalıştılar. Bu, sonuç vermedi. Sonra onu tekrar eski görevine, yani Doğu Cephesi’ndeki II. Ordu Komutanlığı’na iade ettiler. Onu da reddetti. Suriye’den ayrılıp İstanbul’a dönmeye karar verdi. Kendi tabiriyle “bir asi kumandan” olarak.

Halep’te artık ordu komutanı olmadığı için, tanıdığı bir ailesinin yanında, Salih Fansa’ların evinde misafir kalmaktadır.

***

“Mustafa Kemal Paşa’nın Suriye’deki huzursuzluğu, İstanbul’a, Akaretler’deki 78 numaralı eve, başka bir biçimde yansımıştı. Annem bir gün evde ağlıyordu. Ne olduğunu sorduk. ‘Mustafa’m kör olmuş’ dedi ağlayarak. ‘Mustafa’mın gözleri görmüyormuş artık...’ dedi. Bu haberi kimden aldığını sorduk. ‘Mahallede herkesin ağzında dolaşıyor bu haber’ dedi. ‘Bazı komşularımız geçmiş olsun bile dediler.’ Annemin duyduğuna göre Mustafa Kemal Paşa, çölde bir kum fırtınasına yakalanmış, kum tanecikleri ok gibi gözlerine girmiş... Mustafa Kemal Paşa’nın gözleri görmez olmuş. Annem bu haber üzerine bir hafta durmaksızın ağladı. Bir hafta sonra Cevat Abbas Bey geldi eve. ‘Halep’e dönüyorum’ dedi. ‘Mustafa Kemal Paşa’ya sağlık haberlerinizi götürmeye geldim.’ Mustafa Kemal Paşa’nın Çanakkale’de yaverliğini yapan, ondan sonra da onun yanından hiç ayrılmayan Cevat Abbas Bey ailemizin bir ferdi gibiydi. Annem onu bırakmadı. Mustafa’mın gözleri kör olmuş’ dedi. ‘Beni ona götüreceksin... Mustafa’mı göremezsem, ölürüm ben burada...’ Cevat Abbas Bey, böyle birşey olmadığını söyledi ama, annemi inandıramadı. Onun üzerine bir öneride bulundu: ‘Ben yarın yine gelirim’ dedi. ‘Bu konuyu yarın konuşuruz.’ Cevat Abbas Bey ertesi gün geldiğinde, müjdeli haberi de beraberinde getirdi: ‘Mustafa Kemal Paşa’ya telgraf çektim, ne kadar üzgün olduğunuzu ve oraya gelmek istediğinizi bildirdim’ dedi. ‘Biraz önce kendisinden bir telgraf geldi. Sizi de getirmemi emrediyor. “Abdürrahim’i de getirin” diyor.’ Annem beni de aldı yanına. Halep’e asker ve cephane taşıyan bir trene bindik. Cevat Abbas Bey, annem ve ben, bir haftadan daha fazla süren tren yolculuğundan sonra Halep’e vardık. Mustafa Kemal Paşa, Halep eşrafından Salih Bey’in konağında misafir kalıyordu. Cevat Abbas Bey bizi oraya götürdü. Annem Mustafa Kemal’le karşılaşınca kendi tutamadı, ağlamaya başladı. Uzun uzun sarıldı, öptü onu... Mustafa Kemal Paşa da fena olmuştu ama, belli etmemek için gülümsüyordu: ‘Bak işte kör değilim anne... Seni görebiliyorum’ dedi. Zayıflamış ve yüzü süzülmüştü. ‘Biraz hastalık geçirdim, şimdi düzeldim’ dedi. Mustafa Kemal Paşa beni kucaklayıp öptü. ‘Bak sana küçük Abdürrahim’i de getirdim’ dedi annem. Mustafa Kemal Paşa da, ‘Çok iyi etmişsin, anne’ dedikten sonra anneme beni gösterdi: ‘Bak, Abdürrahim’i de görebiliyorum, anne’ dedi. ‘Kör olsaydım, görebilir miydim, hiç?’ Annem ve ben de Salih Bey’in konağında misafir edildik. Fakat orada galiba bir kez yemek yedik. Çünkü her akşam başka bir eve, ziyafete davet ediliyorduk. Mustafa Kemal Paşa’nın annesinin geldiği haberini duyan dostlar, birbirleriyle ziyafet yarışına girişmişlerdi.

***

Salih Bey’in konağı, büyük bir portakal bahçesinin ortasındaydı. Mustafa Kemal Paşa sık sık bahçede otururdu. Ben de hep, onun çevresinde oynardım. Bir gün bahçede oynadığım sırada beni yanına çağırdı: ‘Senin burada bir fotoğrafını çektireyim mi?’ dedi. Ben de ‘Evet’ dedim. Emir verdi, ordunun terzisini getirtti ve bana bir gecede, yöresel giysi diktirdi. Orduda görevli bir doktor yüzbaşının fotoğraf makinesi vardı. Ertesi gün doktor yüzbaşı fotoğraf makinesiyle Salih Bey’in bahçesine geldi. Bana da içeride, yöresel giysilerimi giydirdiler. Bahçeye, Mustafa Kemal Paşa’nın yanına gittiğimde, beni görünce gülmeye başladı. ‘Tam buralı bir delikanlı olmuşsun’ dedi ve yan tarafı gösterdi. ‘Gel burada, yanımda otur.’ Doktor yüzbaşı, fotoğraf makinesini hazırlamış, fotoğrafımızı çekmek üzereyken, Mustafa Kemal Paşa biraz durmasını söyledi. Çanakkale’den beri yanından ayırmadığı tabancasını çıkarttı, benim belime taktı. Belimin öteki yanına ise, kuşağın arasına, kendi kasaturasını yerleştirdi. ‘İşte şimdi oldu’ dedi ve doktor yüzbaşıya döndü: ‘Fotoğrafımızı şimdi çekebilirsin’ dedi. ‘Çünkü Abdürrahim hazırdır.’ Halep’te annemle birlikte bir hafta, ya da on gün kaldık. Mustafa Kemal Paşa İstanbul’a izinli olarak dönen bir çavuşa emanet etti bizi. O çavuşla birlikte yine trenle, İstanbul’a döndük.”

* * *

“Halep’te, Salih Bey’in bahçesinde çekilen Mustafa Kemal Paşa ile çekilen fotoğrafım, yıllar sonra Almanya’ya yüksek öğrenim yapmaya gittiğimde, tren istasyonunda kaybettiğim bavulumla birlikte yok olmuştu. Makbule Ablam (Atatürk’ün kızkardeşi Makbule Atadan) 1956 yılında öldüğünde, bu fotoğrafın kartpostal büyüklüğünde bir kopyası, onun ‘evrakı’ arasından çıktı.

ONUNCU BÖLÜM

(Burada Ev Sahibi Benim ve Şişli’deki Eve Taşınma Öyküsü)

31 Ekim 1918’de imzalanan “mütareke” sonucu Osmanlı İmparatorluğu birlikte savaştığı devletlerle birlikte Birinci Dünya Savaşı yenilgisini resmen kabul etmişti. Mütareke’nin imzalanması, karargahı Adana’da bulunan Yıldırım Ordular Grubu Komutanı Alman Mareşal Limon von Sanders’in, “Türkiye cephesindeki görevinin” bitmesi demekti. Limas von Sanders’ten bu görevi, Adana’ya çağrılan Mustafa Kemal Paşa devraldı. Yıldırım Ordular Grup Komutanı Mustafa Kemal Paşa, savaşın sona erdiği ve düşman devletlerle anlaşma imzaladığını, bu göreve geldiği günün akşamı, Sadrazam ve Başkumandanlık Genelkurmay Başkanı İzzet Paşa’nın gönderdiği telgraftan öğrendi. 3 kasım 1918 tarihli kısa bir emirle de, 30 ekim 1918 akşamı, Ege Adaları’ndan Limni’nin Mondros limanında imzalanan 25 maddelik mütarekenin bir suretini aldı. Onun Adana’da bu mütareke metnini aldığı gün, 3 kasım 1918 günü, savaş sorumluları ve İttihat ve Terakki’nin önde gelen yöneticileri Talat Paşa, Enver Paşa ve Cemal Paşa, bir Rus gemisiyle, İstanbul’dan yurt dışına kaçıyorlardı. Mustafa Kemal Paşa, mütareke koşullarını öğrendiği günden sonra, bir yandan işgal kuvvetlerinin çıkardıkları olaylarla uğraşırken, bir yandan da İzzet Paşa ile tartışmalarla dolu telgraf görüşmeleri yapıyordu. Mustafa Kemal Paşa’nın Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığı ve mütareke koşullarının uygulanması üstündeki savaşımı ancak bir hafta sürebildi. 7 kasım 1918’de hem VII. Ordu’nun, hem de Yıldırım Ordular Grubu Komutanlığı’nın lağvedildiği bildirildi. Mustafa Kemal Paşa, artık Harbiye Nezareti emrinde, “görevsiz” bir paşa idi. Adana’da eşyalarını topladı.

***

13 ekim 1918 günü Haydarpaşa Garı’na giren Adana treninden inip Haydarpaşa rıhtımına yürüyen Mustafa Kemal Paşa, tam 55 parça düşman gemisinin kirlettiği bir İstanbul manzarasıyla karşılaştı. Zafer bayraklarını İstanbul rüzgarıyla dalgalandıran bu gemilerin bir bölümü İstanbul rıhtımına girmişler, ötekiler ise girmek üzereydiler. “Geldikleri gibi giderler” sözünü Mustafa Kemal Paşa, işte o an söylemiştir. Şevket Süreyya Aydemir, “Tek Adam” adlı yapıtının 332. sayfasında Mustafa Kemal’in Haydarpaşa’dan karşı yakaya geçişini şöyle anlatmaktadır: “13 Kasım 1918 günü Haydarpaşa’dan Köprü yakasına, bu gemiler kafilesini dolaşarak, onların zafer bayrakları altında güvertelere dizilmiş renk renk, çeşit çeşit bahriyeli saflarını seyrederek, kıyıları, rıhtımları dolduran sarhoşların haykırışları, kiliselerin çanları arasında geçti. Haydarpaşa’dan Köprü yakasına geçebilen Mustafa Kemal Paşa’nın arkasında yaveri ile sokaklardan yol bulup İstanbul’un bir Müslüman mahallesi olan Beşiktaş’ta, Akaretler’de annesinin oturduğu eve varabilmesi oldukça zordu. Zaten evinde pek işi yoktur. Kararı evinde dinlenmek değildir: Köprüye çıkınca Beyoğlu’na yönelir ve Pera Palas Oteli’ne yerleşir. Annesini, ondan sonra ziyaret edecektir.”

* * *

“Mustafa Kemal Paşa eve geldiğinde üzgün görünüyordu. Anneme bazı açıklamalarda bulunmak ihtiyacını duymuş olmalı ki, neden Pera Palas’a yerleştiğini anlattı: ‘Memleket bir badire içine düşürülmüştür... Bu badireden kurtarmak lazımdır memleketi’ dedi. ‘Ben şimdi İstanbul’da bazı kişilerle görüşmeler yapmak zorundayım. Bu görüşmeleri bu evde yapamam. Evimiz çok dar. Bunun için önce genişçe bir ev bulup, oraya taşınmamız gerek. Böyle bir ev buluncaya kadar, ben Pera Palas’ta kalacağım. Çünkü görüşmelerime hiç zaman kaybetmeden başlamak istiyorum. Sık sık gelirim sana anneciğim...’ Mustafa Kemal Paşa, Pera Palas’ta kaldığı on gün içinde iki günde bir eve geliyor, annesiyle ablasıyla görüşüyordu. Çok sıkıntılı günler geçirdiğini evde hepimiz biliyorduk ama, kendisi çok neşeli görünmeye çalışıyordu evde. Bir gün geldiğinde çok neşeli bir şekilde anneme takıldı: ‘Ooooo... Dün gece neler oldu, bir bilseniz’ dedi ve annemin merak etmesi üzerine, bir gece önce olanları anlattı. Mustafa Kemal Paşa, ‘dün akşam’ Pera Palas lokantasında tek başına akşam yemeğini yedikten sonra, tam kahvesini ısmarlamak üzereyken, lokantanın şef garsonu gelmiş yanına: ‘Afedersiniz muhterem Paşam’ demiş. ‘Biraz ilerideki masada İngiliz generaller oturuyorlar. Beni çağırdılar ve sizin kim olduğunuzu sordular. Ben de “Çanakkale muzafferi Mustafa Kemal Paşa” dedim. İngiliz generaller “Yaa, öyle mi?” dediler. İngiliz generaller, şef garson aracılığıyla, Mustafa Kemal Paşa’yı masalarına davet etmişler: “Masamıza buyurun, kahvemizi birlikte içelim” demişler. Şef garson, İngiliz generallerinin önce bu sözlerini, sonra da kahve için masaya davetlerini söyleyince, Mustafa Kemal Paşa, garsona şöyle demiş: ‘Onlara söyle, bizim geleneklerimizde daveti ev sahipleri yaparlar. Onlar şimdi her ne kadar işgal kuvvetleri komutanları da olsalar, bu ülkede yine de misafirdirler. Burada gerçek ev sahibi benim. Birlikte kahve içmek istiyorlarsa, geleneklerimize uysunlar, onlar gelsinler, ev sahibinin masasında, benim masamda, benim davetlim olarak içsinler kahvelerini...’ Mustafa Kemal Paşa’nın bu sözlerini garson, olduğu gibi nakletmiş İngiliz generallerine. Mustafa Kemal Paşa annesine bir gece önceki bu olayı anlattıktan sonra katıla katıla gülmeye başladı: ‘Adamların lokantadan bir çıkışları vardı ki görmeliydin, anne’ dedi. Mustafa Kemal Paşa birkaç gün sonra ev yeniden geldiğinde, annesine beklediği haberi de getirdi: ‘Bir ev bulduk, anne’ dedi. ‘Tam istediğim gibi... Geniş bir ev...’ Annemin sormasını beklemeden, evin nerede olduğunu da söyledi: ‘Şişli’de’ dedi. ‘Bizim Dr. Rasim Ferit Bey buldu... Ben de gittim, gördüm, beğendim... Hem, Dr. Rasim Ferit Bey’in muayenehanesinin de yakınında bir ev... Seni görmeye daha kolay ve daha sık gelebilir...’ Dr. Rasim Ferit Bey, Mustafa Kemal Paşa’nın aile dostu ve yakın arkadaşıydı... Kalp hastası olan annemin tedavisini o yapardı...”

* * *

“Annem hasta olduğu için Ramazan’da oruç tutamazdı. Kur’an’ını okur, namazını kaçırmazdı ama, hastalığı nedeniyle oruç tutamazdı. Onun yerine ben oruç tutardım ve orucumu anneme satardım. Bir günlük oruç karşılığı bir kuruş alırdım. Bu paraları Ramazan boyunca biriktirirdim. Ramazan sonunda 30 kuruş ederdi. Bayram harçlığı olarak da 20 kuruş verirdi annem. Böylece bayramda cebimde 50 kuruş olurdu. Soluğu Ihlamur’da alırdım hemen. Bayram süresince salıncaktan inmezdim...”

* * *

“Doktorunun muayenehanesine yakınlığına karşın evin Şişli’de oluşunun, annemin yine de pek hoşuna gittiği söylenemez. ‘Şişli’de her milletten insan oturur’ dedi. ‘Komşuluk hasreti çekeceğiz orada ama, önemli değil... Ben fırsat buldukça Beşiktaş’a iner, komşularımızın hatırlarını sorarım...’ Annemin komşu hasreti çektiği Şişli’de ben de, arkadaş hasreti çektim. En büyük çocukluk eğlencem, evimizin karşısındaki kaldırımın biraz ilerisinde nöbet tutan İngiliz askerlerin, birbirlerine sert bir top fırlatıp bu topu tek ellerine giydikleri eldivenin avucuyla tutmalarını seyretmekti. Hem nöbet tutarlar, hem de nöbette böyle bir oyun oynarlardı İngiliz askerleri... Şişli’deki evde bir başka eğlencem ise, evin dimdik merdivenleri boyunca kıvrılan dimdik trabzanlardan aşağı gizlice kaymamdı... Fakat bu eğlencenin tehlikeli bir yanı vardı. Kendi gördüğü zaman, ya da evdeki hizmetkarlardan biri haber verdiği zaman annem çok kızar, beni karşısına alır, azarlardı...”

ONBİRİNCİ BÖLÜM

(Bu Çocuğa İltimas Mı Yapılıyor?)

Mustafa Kemal Paşa’nın “akşam sofraları” konusunda çok konuşulmuş, çok yazılmıştır ama, onun sabah kahvaltısından bugüne kadar söz eden olmamıştır. Çünkü Mustafa Kemal Paşa’nın sabah kahvaltısına, annesi Zübeyde Hanım ve Abdürrahim Tuncak dışında hiç kimse katılmamıştır.

“Mustafa Kemal Paşa, her sabah uyanıp yüzünü yıkadıktan sonra annesinin odasına gider ve günün ilk saatini annesiyle birlikte geçirirdi. Annesi sabah namazından sonra odasında oturur, öğlenin geleceği an’ı beklerdi. Sabah çayını annesiyle birlikte içer, kahvaltısını annesiyle birlikte yapar, sonra da sabah kahvesini yine annesiyle birlikte içerdi. Okulumun olmadığı tatil günlerinde ise, ben de olurdum odada. Mustafa Kemal Paşa odaya girer girmez annesine ‘Hayırlı Sabahlar’ diler, onun elini öperdi. Annesi de onun yanaklarından öper ve ikisi de günlerine bundan sonra başlarlardı. Mustafa Kemal Paşa, her sabah annesinin sağlığını sorar, bir gün önce yaptığı işler konusunda bilgi verirdi annesine. Annesi de ona dualar eder, başarılar dilerdi. Odada benim de bulunduğum tatil günlerinde Mustafa Kemal Paşa bana hep, okulda ne yaptığımı, derslerimin durumunu sorardı. Ben de herşeyi, onun ailesinden aldığım terbiyemin gereği, olduğu gibi anlatırdım. Ne bir abartma yapar, ne de eksik bir yan bırakırdım. Sadece tatil günlerinde annesinin odasında beraber olduğumuz zamanlarda değil, Mustafa Kemal Paşa okul durumumla akşamları da yakından ilgilenirdi.”

* * *

“İlkokul üçüncü sınıfta idim. Eve getirdiğim karnede notlarım çok yüksekti. Notlarımı her zaman yakından inceleyen Mustafa Kemal Paşa, bu kez karnedeki notların çok yüksek olmasını yadırgadı. Bana belli etmek istemedi ama bu konudaki kuşkusunu daha sonra Fikriye Hanım’a söylemiş. Biliyorsunuz, Fikriye Hanım, Latife Hanım’dan önce Mustafa Kemal’in yanında bulunan hanımdı. Fikriye Hanım bir gün beni bir köşeye çekti: ‘Paşa senden şüphelendi, Abdürrahim’ dedi. ‘Notlarının bu kadar yüksek olması onun dikkatini çekti. Hatta Mahmut (Soydan) Bey’e de söyledi bu kuşkusunu. “Abdürrahim bizim çocuğumuz diye acaba iltimas mı ettiler?” diye sordu. Mahmut Bey de, senin hocan Tahsin Bey’e gidip konuşabileceğini ve senin okul durumunun gerçekte nasıl olduğunu öğrenebileceğini söyledi. Paşa da, ona bu iş için izin verdi. Mahmut Bey şimdi senin hocan Tahsin Bey’e gidip konuşacak. Bu notlarını görünce Paşa gerçekten şüphelendi senden.’ Fikriye Hanım’ın bu sözleri karşısında sarardığımı bugün bile hatırlıyorum. ‘Paşa benden neden şüpheleniyor?’ dedim. ‘Bir iltimas yapılmışsa, bu iltiması hocalar yapmıştır. Ben kendi kendime iltimas yapamam ya...’ Mahmut Bey ertesi gün benim okuluma gitmiş ve hocam Tahsin Bey’le görüşmüş, Tahsin Bey ona benim çok iyi bir öğrenci olduğumu söylemiş. ‘Kendisine hiçbir surette iltimas yapılmış değildir’ demiş. Mahmut Bey hocam Tahsin Bey’le bu görüşmesini Mustafa Kemal Paşa’ya nakledince, kendisi çok memnun olmuş. ‘Ortada bir iltimas meselesi olmamasına memnun olduğum kadar, Abdürrahim’in böyle yüksek notları hak ederek alması karşısında da memnun oldum’ demiş. Bana bunları Fikriye Hanım anlattı. Bu durumdan kendisinin de memnun olduğu her halinden anlaşılıyordu.”

* * *

“Mustafa Kemal Paşa’nın başyaverliğini yapan ve onun uzaktan bir akrabası olan Salih Bozok’un büyük oğlu Cemil de (Bozok) benim gibi Çankaya Köşkü’nde kalıyordu. Onunla aynı okula birlikte giderdik, okuldan birlikte dönerdik. Cemil babasının atıyla, ben de Mustafa Kemal Paşa’nın katırıyla gider gelirdim okula...”

ONİKİNCİ BÖLÜM

(Otomobil Aşkı, Yolculuk Vedası ve Yunan Bayrağı)

“Çankaya Köşkü’nde benim en büyük zevkim, Mustafa Kemal Paşa’nın otomobiliyle oynamaktı. Otomobilin özellikle şoför koltuğuna oturur, iki elimle sıkı sıkı kavradığım direksiyonu bir o yana, bir bu yana çevirerek, gerçekte duran otomobili, delikanlılık döneminin o sınırsız hayal dünyasındaki dağlardan tepelerden aşırırdım, virajlardan geçirirdim, düz yollarda şimşek hızıyla sürerdim. Bu hayal dünyamın, hayal yollarında karşıma çıkan engelleri uyarmak için, arada sırada ağzımla “düt düt” yapardım, yolu engellerden temizledikten sonra da, yine ağzımla “vın vııın” sesleri çıkararak, biraz önce azalttığım hızımı, yine şimşek hızına çıkarırdım. Abdullah Çavuş, ağzımla “düt düüüt” diyerek klakson çalmama ses çıkarmazdı. Fakat otomobilin klaksonuna dokunup aynı sesi otomobilden çıkarmama asla izin vermezdi. ‘Otomobilin düdüğünü içerden duyarlar, rahatsız olurlar’ derdi. Ben de, onun sözünü dinler, otomobilin klaksonuna hiç ama hiç dokunmazdım. “Düt düüüt” seslerini hep, ağzımla yapardım. Benim böyle söz dinleyip “yapma” denileni yapmamam, Abdullah Çavuş’un güvenini de kazanmama neden olmuştu. Mustafa Kemal Paşa’nın otomobiline tek kişinin parmağını bile değdirmesine izin vermeyen Abdullah Çavuş, işte bu güveni sonucu benim o otomobile binip direksiyon başına geçmeme ve hayal dünyamda turlar atmama ses çıkarmazdı. 1922 yılı ağustosunun son günlerinden birinde, Mustafa Kemal Paşa’nın otomobiliyle yine kendi “hayal dünyam”da turlar atmak için geldiğimde, Abdullah Çavuş beni otomobile yaklaştırmadı. ‘Otomobili temizlemiş pırıl pırıl parlatmışsın da, kirletirim diye mi korkuyorsun, Abdullah Çavuş?’ dedim. Abdullah Çavuş’un yüzünde o gün, hiç de şakaya hazır bir görünüm yoktu. ‘Çok işim var, Abdürrahim’ dedi ve otomobilin motoru üzerindeki çalışmasına devam etti. Otomobildeki bu tür hazırlıkların, uzun bir yolculuk öncesinde yapıldığını çok iyi biliyordum. ‘Anladım, anladım, Abdullah Çavuş’ dedim. ‘Galiba yine uzun bir yolculuk var. Doğru bildim, değil mi?’ Abdullah Çavuş, başını motordan kaldırdı: ‘Yolculuk filan yok’ dedi, ‘Motorun parçalarını şöyle bir elden geçiriyor, motorun bakımını yapıyorum. Hadi sen şimdi başka yerde oyna, Abdürrahim. Bugün çok işim var benim...’”

* * *

“O gece Mustafa Kemal Paşa, yatmadan önce annesine veda etti. Yatak odasına çekilmeden önce annesine geldi ve ‘Yarın sabah önemli bir işim var, annem’ dedi. ‘Sabah çok erken saatte yola çıkacağım. Seni rahatsız etmeyeyim. Elini şimdiden öpeyim, şimdiden veda edeyim sana. Dualarını esirgeme benden.’ Sonra benim başımı iki elinin arasına aldı. ‘Gel bakayım, seni de öpeyim, Abdürrahim’ dedi. ‘Sabah sen uyanmadan gideceğim ben.’ Sabah uyandığımda otomobil de, otomobilin şoförü Abdullah Çavuş da, yerlerinde yoktu. Mustafa Kemal Paşa’nın yine uzun bir yolculuğa çıktığını hemen anladım.” Mustafa Kemal Paşa’nın çıktığı “uzun yolculuğun ilk haberleri” dört beş gün sonra geldi. Bu haberler, Ankara’dan da duyulan top sesleriydi. Bu sesler, Büyük Taarruz’un sesleriydi... Bir hafta önce elini öpüp veda ettiği annesinin dualarını beklediği bu uzun yolculuğunda Mustafa Kemal Paşa şimdi, önüne kattığı ‘davetsiz misafir’ düşmanın arkasından, İzmir’e yaklaşıyordu.” * * * Abdürrahim Tuncak, tanığı olmadığı, fakat “Birinci ağızdan” dinlediğini söylediği aşağıdaki bölümü şöyle anlatmaktadır:

“Komutasındaki Türk ordusunun 9 eylül 1922 günü girdiği İzmir’e Mustafa Kemal Paşa, bir gün sonra 10 eylül 1922 günü girmiş. ‘Çünkü sabrını daha fazla dizginleyememiş.’ Silah arkadaşları, Belkahve’de ‘bir süre’ beklemesini ısrarla önermişler ve onun İzmir’e 9 eylül günü girmesini önleyebilmişler. Arkadaşları, aynı ısrarlarını ertesi gün de sürdürmüşler: ‘İzmir çok karışık, Paşam’ demişler. ‘Bir yandan, Yunanlıların çıkardıkları yangınlar devam ediyor, öte yandan, Yunan’ından İngiliz’ine kadar tüm işgalci askerler, kayıklarla vapurlarına kaçışıyor. Kentin içinde düzen henüz sağlanamadı. İzmir, karışık... Birkaç gün daha bekleyelim, İzmir’in düzeni sağlandıktan sonra girelim kente...’ Mustafa Kemal Paşa, ‘sabrını sadece birgün dizginleyebildiği’ bu ısrarlara ertesi gün kulak bile vermemiş. ‘Haydi bakalım” demiş silah arkadaşları komutanlara. ‘Haydi hep birlikte giriyoruz İzmir’e. Kente düzen gerekliyse, onu da biz yaparız...’

* * *

“Mustafa Kemal Paşa, İzmir’de Kordonboyu’nda bir binada kurmuş karargahını. Bu bina, onun çalışmaları için hem küçükmüş, hem de “korunması güç” bir yerdeymiş. ‘Karşıyaka’da Kral Constantin’in kaldığı köşkü hazırlatalım, karargahınızı oraya taşıyın’ önerisinde bulunmuş arkadaşları. Mustafa Kemal Paşa, bu köşkü görmek istemiş.. Arkadaşları ile birlikte Karşıyaka’ya gidip tam köşke gireceği sırada köşkün merdivenlerine baştan başa Yunan bayraklarının serilmiş olduğunu görmüş. Birden kızmış: ‘Kim yaptı bu saygısızlığı?’ diye bağırmış ve çevresindeki herkese dönerek emretmiş: ‘Kaldırın’ demiş. Kral Constantin’in kaldığı köşkün merdivenlerindeki Yunan bayrakları kaldırıldıktan sonra ancak, basamaklara basmış, merdivenden çıkmış Mustafa Kemal Paşa.

* * *

Köşkün büyükçe bir balkonu varmış. Mustafa Kemal Paşa, bu balkona çıkmış, balondan görünen körfez manzarasını bir süre seyretmiş, sonra da dudaklarını bükmüş, burayı beğenmediğini bildirmiş. ‘Beğenmedim’ demiş. ‘Burada Constantin kalmış... Biz kalmayalım.’

* * *

“Bu olaydan üç dört gün sonra, Kordonboyu’ndaki karargaha bir hanım gelmiş. ‘Mustafa Kemal Paşa’yı göreceğim’ demiş aşağıdaki görevlilere. Aşağıdaki görevliler sormuşlar: ‘Mustafa Kemal Paşa, sizi tanır mı?’ demişler. Hanım da, Mustafa Kemal Paşa’nın kendisini tanımadığını söylemiş, fakat onu görmek için yine ısrar etmiş. Görevliler bu kez sormuşlar: ‘Kimsiniz?’ demişler. Hanım, görevlilerin bu sorusunu şöyle yanıtlamış: ‘İzmir eşrafından Uşakizade Muammer Bey’in kızıyım’ demiş. ‘Avrupa’dan yeni geldim. Ailem hala orada. Göztepe’de büyük bir köşkümüz var. Ben köşkümüzde yalnızım. Sadece aşçılar, uşaklar ve bahçıvanlar var. Köşk hemen hemen tamamen boş. Ben bu köşkü Mustafa Kemal Paşa’nın emrine tahsis etmek istiyorum. Bizi kurtaran bir kahramanı ben burada böyle küçük bir binada bırakmak istemem.’ Görevliler, Uşakizade Muammer Bey’in kızının bu önerisini yaverlere ulaştırmışlar. Yaverler de aynı sözleri, Mustafa Kemal Paşa’ya nakletmişler. ‘Gelsin’ demiş, Mustafa Kemal Paşa. Uşakizade Muammer Bey’in üç yabancı dil bilen Avrupa görmüş kızı Latife Hanım, Mustafa Kemal Paşa’nın huzuruna çıkarıldığında, kendisini önce selamlamış, sonra kutlamış, daha sonra da, biraz önceki davetini ona da yapmış. Mustafa Kemal Paşa, bu içten daveti dinledikten sonra ayağa kalkmış: ‘Peki kızım’ demiş. ‘Yarın gelir, köşkünüzü görürüm.’

ONÜÇÜNCÜ BÖLÜM

(İzmir Dönüşü Polatlı’da Karşılama ve Annesine Açılış)

İzmir eşrafından Uşakizade Muammer Bey’in Göztepe’deki köşkü, geniş dallı yüksek ağaçlarla dolu bir bahçenin ortasındaydı. Köşk sahibinin Avrupa’dan yeni dönmüş, üç yabancı dil bilen kızının bir gün önceki daveti üzerine Mustafa Kemal Paşa, arkadaşlarıyla gittiğinde köşkün bahçesinde davet sahibi Latife Hanım tarafından karşılandı. Mustafa Kemal Paşa, köşkü gezdikten sonra, çok beğendiğini söyledi: “Sizi rahatsız etmezsek, bir iki gün kalalım” dedi Latife Hanım’a. Selamlık bölümünde yaverlerin kaldığı Muammer Bey’in köşkünde Mustafa Kemal Paşa, arkadaşlarıyla birlikte çok rahat bir çalışma ve dinlenme olanağı buldular. Köşkte, Mustafa Kemal Paşa’yla birlikte kalan Fethi Bey ve Ali Fuat Bey, bu çalışmalar arasında ona bir öneride bulundular: “Yaşınız giderek ilerliyor, paşam” dediler. “Artık sizin de evlenmeniz zamanı geldi. Latife Hanım, çok kültürlü bir hanımefendi. Ayrıca bizi de burada çok iyi ağırlıyor. Kendisiyle evlenmeyi düşünmez misiniz?”

“Mustafa Kemal Paşa’nın akrabası olan Fuat Bulca Paşa, Ankara garnizon komutanıydı. Bir gün köşke geldi ve Zübeyde Hanım’dan izin istedi: ‘Mustafa Kemal Paşa İzmir’den dönüyor’ dedi. ‘Biz kendilerini Polatlı’da karşılayacağız. İzin verirseniz, Abdürrahim’i de götürmek istiyorum Polatlı’ya. Salih Bey’in oğlu Cemil’i de götürüyorum.’ Zübeyde Hanım izin verdikten sonra Fuat Bulca Paşa beni aldı, trene götürdü. Polatlı’ya giden tren, bir özel trendi. İçindekiler hep, Mustafa Kemal Paşa’yı karşılamaya gidenlerdi. Çocukluk arkadaşım Cemil’le (Bozok) birlikteydik. Akşam Polatlı’ya geldiğimizde, Mustafa Kemal Paşa’nın treni henüz görünürlerde yoktu. Kim olduğunu bilemeyeceğim bir yetkili geldi, açıklama yaptı: ‘Bildiğiniz gibi Afyon dolaylarında demiryolu tahrip edilmiş durumda’ dedi. ‘Mustafa Kemal Paşa’yı İzmir’den getiren tren, yolun tahrip edilmiş bölümüne gelince duracak ve trende bulunanlar inip, bir dekovile binecekler. Dekovil, yolun tahrip edilmiş bölümünde yapılan özel dekovil hattından geçtikten sonra, tren yolunun tahrip edilmemiş bölümüne gelince duracak. Dekovildeki yolcular, bu bölümde yeniden inecekler ve yolun normal bölümde bekleyen özel trene geçecekler. Mustafa Kemal Paşa’yı getiren trenin Polatlı’da biraz geç beklenmesinin nedeni budur.’ Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşlarını İzmir’den getiren tren, gece yarısına doğru geldi Polatlı’ya. Ankara’dan bizim geldiğimiz karşılama treni ile İzmir treni, aynı hat üzerine burun buruna gelmişcesine duruyorlardı. İzmir treni durunca Fuat Bulca Paşa, Cemil’e ve bana oturduğumuz yerden kalkmamamızı söyleyerek gitti. Fuat Bulca Paşa, Mustafa Kemal Paşa’ya, beni de getirdiğini söylemiş. Mustafa Kemal Paşa, hemen Salih Bey’e (Bozok) emir vermiş: ‘Abdürrahim’i bana çağır’ demiş. Mustafa Kemal Paşa’nın trenine alınıp, onun vagonuna götürüldüm. Vagonda yerde, bir yer yatağı seriliydi. Mustafa Kemal Paşa beni görünce, yanaklarımdan öptü. ‘Annem nasıl?’ diye sordu. ‘Çok iyidir paşam’ dedim. ‘Ben yokken hastalanmadı ya?’ diye sordu. ‘Hayır, Paşam’ dedim. ‘Hiç hastalanmadı. Evde sevinçle sizi bekliyor.’ Annesinin sağlık durumunu öğrendikten sonra, beni sordu: ‘Sen nasılsın?’ dedi. ‘Sen de iyi misin?’ İyi olduğumu söyledim ve ekledim: ‘Ben de, evdeki herkes gibi, sizi sevinçle bekliyorum Paşam’ dedim. Yanaklarımı okşadı: ‘İşte geldim’ dedi. Mustafa Kemal Paşa o gece, vagondaki yer yatağında yattı, biz de kendi trenimize döndük. Fuat Bulca Paşa’ya sordum: ‘Mustafa Kemal Paşa geldi ama, niye burada bekliyor?’ dedim. ‘Ankara’ya niye gitmiyoruz?’ Fuat Bulca Paşa gülmeye başladı: ‘Şimdi gece yarısı’ dedi. ‘Bu saatten sonra hareket edersek, gecenin karanlığında varırız Ankara’ya. Oysa bütün Ankara, İzmir Zaferi’nin kahramanı Mustafa Kemal Paşa’nın dönüşünü bekliyor. Herkes onu karşılamaya hazırlanıyor. Biz de karşılama töreni hazırladık. Onun için geceyi burada geçireceğiz. Yarın sabah da, saat 9 sularında Ankara’ya varacağız.’ Yarın sabah Ankara’ya bir an önce varabilmenin sabırsızlığıyla gözlerimi kapadım, koltuğumda derin bir uykuya daldım. Sabah çok erken bir saatte Fuat Bulca Paşa beni uyandırdı: ‘Haydi gel Abdürrahim’ dedi. ‘Mustafa Kemal Paşa seni istiyor.’ Bizim trenden indik, onun trenine bindik yine. Mustafa Kemal Paşa’nın yüzü sabunluydu. Berberi, onu traş ediyordu. Bana yine hal hatır sordu. ‘Birazdan Ankara’ya hareket edecek tren’ dedi. ‘Sen de benim trenimde, burada olursun.’ Ankara’dan gelen karşılama treni yoldan çekildi, yol açıldı. Mustafa Kemal Paşa’nın treni Ankara’ya hareket etti. Ankara İstasyonu’nda halk toplanmış, Mustafa Kemal Paşa’yı karşılıyordu. Çok düzenli bir karşılama töreni yapıldı. Bu sırada beyazlar giymiş kız çocuklar, boyunlarında asılı sepetlerde Mustafa Kemal Paşa’nın pul büyüklüğündeki fotoğraflarını, toplu iğnelerle vatandaşların yakalarına takıyorlardı. Mustafa Kemal Paşa trenden iner inmez bu kız çocuklardan biri yanına yaklaştı ve boynuna asılı sepetten aldığı bir Mustafa Kemal Paşa fotoğrafını, onun yakasına takmak istedi. Ben, o an Mustafa Kemal Paşa’nın hemen yanında olduğumdan, onun elini uzatıp, yakasına kendi fotoğrafını takmak isteyen kız çocuğun bileğini nasıl yakaladığını çok iyi gördüm. ‘Kızım bu nedir?’ diye sordu Mustafa Kemal Paşa. Kız çocuk, sevinçle yanıt verdi: ‘Resimdir, Paşam’ dedi. ‘Sizin resminizdir.’ Mustafa Kemal Paşa, eliyle bileğinden tuttuğu kolu indirdi, kız çocuğun yanağını okşadı: ‘Ama ben onu takarsam, biraz ayıp olmaz mı?’ dedi. ‘Benim resmimin benim göğsüme takılmasına nasıl izin verebilirim ben?’ Kız çocuğun yanakları utancından kıpkırmızı oldu. Mustafa Kemal Paşa, onun yanağını bir kez daha okşadı. İstasyondaki muhteşem karşılama töreninden sonra Mustafa Kemal Paşa, istasyondan meclise kadar yol boyunu dolduran binlerce Ankaralı’nın sevgi gösterileri arasında, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne geldi. Bizi ise, doğruca Çankaya Köşkü’ne çıkardılar. Zübeyde Hanım benim geldiğimi görünce hemen yanına aldı beni: ‘Paşa nasıl?’ diye sordu. ‘Çok zayıflamış mı?’ ‘Hayır’ dedim. ‘Çok iyi gördüm. Biraz sonra siz de göreceksiniz. Polatlı’ya geldiğinde ilk iş beni çağırdı, sizin sıhhatinizi sordu.’ Mustafa Kemal Paşa o gün akşamüstü gelebildi Çankaya’ya. Annesinin elini öptü, onunla kucaklaştı. ‘İsmet Paşa Mudanya’ya gitti, onunla konuşmam lazım’ dedi ve Mudanya Mütarekesi’ni imzalamak için Mudanya’ya giden İsmet Paşa’ya, Ankara’dan talimat verdi. Sonra da Zübeyde Hanım’ı aldı, birlikte bir odaya çekildiler. İçeride konuştuklarını Zübeyde Hanım daha sonra anlattı: ‘İzmir’in eşrafından bir hanım kız, baba köşkünü Paşa’ya tahsis etmiş’ dedi ‘Paşa’yı da çok iyi ağırlamış. Hatta arkadaşları da takılmışlar. “Zamanın geçiyor. Bu hanımla evlensene.” demişler. Ben de, “Oğlum, münasip gördüysen alalım... Doğru, zamanın geçmek üzere” dedim.’ Mustafa Kemal Paşa, annesinin bu sözü üzerine ona şu karşılığı vermiş: ‘Anne, sen beğenirsen evlenirim ancak’ demiş. ‘İstersen seni İzmir’e yollayayım. Hem biraz tebdil hava edersin. Doktorlar da zaten deniz havası tavsiye ediyorlar. Bence gitmen için mevsim de müsaittir. Ekim, Kasım geliyor. Ankara’nın havası biraz sert olur bundan sonra. Oysa İzmir’in havası yumuşaktır. İzmir’de, bu hanımı da görürsün. Beğenirsen, evlenirim.’ Zübeyde Hanım, hem tebdil hava etmek, hem de Latife Hanım’ı görmek için İzmir’e gitmeyi kabul etmiş. ‘Yanına kimi almak istersin anne?’ diye sormuş Mustafa Kemal Paşa. Zübeyde Hanım da ‘Ayşe’yle Abdürrahim olsunlar... Onları ben isterim. Sen başka kimi verebilirsen yolla’ demiş. Zübeyde Hanım, kendisine bakan Ayşe’ye ve bana bunları söyledikten sonra, ‘Hazırlanın bakalım’ dedi. ‘Yol göründü.’ Bu konuşmadan on gün sonra annemle birlikte İzmir’e hareket ettik. Salih Bey (Bozok) ve eşi, Ali Çavuş, Ayşe Abla, Zübeyde Hanım ve ben, birlikte gidiyorduk trende...

ONDÖRDÜNCÜ BÖLÜM

(İzmir’e Gidiş, Zübeyde Hanım’ın Ölümü ve Konuşma)

Zübeyde Hanım, oğlunun beğendiği kızı, oğlunun isteğine uyarak, görmek üzere özel bir trenle İzmir’e gitti. Yanında, bakımından sorumlu Ayşe, Salih Bozok ve eşi, Ali Çavuş, bir doktor ve Abdürrahim Tuncak vardı. Salih Bozok anılarının bu konuyla ilgili bölümünde, Zübeyde Hanım’ın İzmir’e gidişini şöyle anlatmaktadır: “Bir gece yarısı evimde uyurken, telefonumun çalmasıyla uyandım. Telefonun başına gittiğimde, bizzat Mustafa Kemal’in sesiyle karşılaştım: ‘Salih, uyuyor muydun?’ diye sorduktan sonra, ‘Şimdi giyin ve köşke gel’ diye emrettiler. Derhal köşke gittim. Mustafa Kemal şöyle dedi bana: ‘Bir özel tren hazırlanıyor. Sen de ona göre hazırlanarak, annemle birlikte İzmir’e gideceksin. Yalnız şunu da söyleyeyim ki, şayet yolda anneme emr-i Hak vaki olursa, Ankara’ya yakın iseniz, buraya getirirsin. İzmir’e yakın iseniz, orada, benim kendisini her zaman ziyaret edebileceğim bir yere defnedersiniz.’ Mustafa Kemal’in bu emri üzerine hemen eve geldim. Hazırlığımı tamamladım. Ve yine Paşa’nın izinleriyle, eşimi de alarak, birlikte İzmir’e geldik. Ankara’dan hareketimizden önce , Latife Hanım’a telgrafla bilgi verilmişti. Tren Karşıyaka İstasyonu’na geldiğinde, Latife Hanım’ı istasyonda, bizi bekler bulduk. Kendisini, Mustafa Kemal’in annelerine takdim ettim. Eşimi de Latife Hanım’a takdim ettikten sonra birlikte, önceden hazırlanmış köşke gittik. Zübeyde Hanım hastaydı. Ankara’dan birlikte geldiğimiz doktorla birlikte eşim ve benden başka, Latife Hanım da köşkte hastanın başında kaldılar. Vefatlarına kadar da yanlarından ayrılmayıp hastaya, bir hastabakıcıdan daha fazla bir dikkat ve ilgiyle baktılar. Mustafa Kemal’e her akşam şifre ile annelerinin hastalıkları konusunda bilgi verirken, Latife Hanım’ın hastaya yaptığı hizmetleri de bildiriyordum. Bir ay sonra hastamız vefat etti. Mustafa Kemal Paşa, annesinin ölüm haberini Eskişehir’de almıştı. O gece geziye çıkmışlar, Eskişehir’e geldiklerinde ise habere kendilerine ulaştırılmıştı. Eskişehir’den İzmir’e gelirken, kendilerini Karşıyaka’da karşıladık. Beni kompartmanlarına yalnız olarak davet etti ve şu emri verdi: ‘Ben, Latife Hanım’la evlenmeye karar verdim. Şimdi, babası burada ise, kendisine bu kararımı bildirirsin ve hiç kimseye bir şey söylememesini de ilave edersin. Mustafa Kemal Paşa, Latife Hanım’ın babası Muammer Bey’i o zaman kadar hiç görmemişti ve tanımıyordu. Onun bu emirleri doğrultusunda hareket ettim. Muammer Bey’e, Mustafa Kemal Paşa’nın kayınpederi olacaklarını söylediğim zaman boynuma sarıldı ve beni, içine kadar çekerek kokladı. Biraz sonra da Mustafa kemal Paşa, vagonlarından inerek, Muammer Bey’le tanıştılar. Ve Fevzi Paşa, Kazım Karabekir Paşa’yla birlikte, annesinin kabrini ziyarete gittiler.”

* * *

“Ankara’dan bindiğimiz tren, galiba bir hafta sonra İzmir’e varabildi. Karşıyaka İstasyonu’nda bizi, Latife Hanım karşıladı. Salih Bey, Latife Hanım’ı anneme takdim etti. Latife Hanım, Zübeyde Hanım’ın elini öptü ve şöyle dedi: ‘Çok iyi ettiniz de geldiniz. İnşallah sizi rahat ettiririm.’ Zübeyde Hanım teşekkür etti: ‘Sizi rahatsız etmezsek, bir müddet kalmaya geldik’ dedi. Latife Hanım şöyle karşılık verdi: ‘Estağfurullah, efendim’ dedi. ‘İnşallah sizi rahat ettiririm. Şerefle hoşgeldiniz. Umarım, iyi bir tebdil hava yapmış olursunuz.’ Bu tanışma konuşmalarından sonra Latife Hanım, başta annemi olmak üzere, hepimizi Karşıyaka’daki köşküne davet etti. Samimiyetle itiraf edeyim, Zübeyde Hanım hiç de beğenmedi Latife Hanım’ı. ‘Pek de ufak tefekmiş’ dedi. Sonra, etraftakilere duyurmamaya çalışarak Salih Bey’e şöyle dedi: ‘Bu tren dönemez mi? Ankara’ya geri dönemez miyiz?’ Annemin bu sözlerini Salih Bey, duymamış gibi yaptı, trenden iniş hazırlıklarına girişti. Köşk, istasyona çok yakındı. Birlikte, Latife Hanım’ın köşküne gittik.

* * *

Latife Hanım geceleri Göztepe’deki köşklerinde kalır, gündüzleri Karşıyaka’ya gelir, bütün gününü bizle birlikte geçirirdi. Zübeyde Hanım rahatsız olduğu için ona hazırlanan perhiz yemeklerini bizzat kendisi kontrol ederdi. Zübeyde Hanım’ın rahatsızlığı giderek artmaya başlayınca, başından ayrılmadı. Annemin doktoru, Asım Bey’di. Ankara’dan birlikte gelmiştik. Annemi bir saniye bile yalnız bırakmıyordu. Odada bir akşam kendisi, Salih Bey ve ben vardım. Annemi bir kez daha muayene ettikten sonra, üzgün bir ifadeyle Salih Bey’e şöyle dedi: ‘Maalesef... Maalesef, ümit yok artık.’ Annemin ölmek üzere olduğunu anlamıştım. Kendimi tutamadım, bağıra bağıra ağlamaya başladım. Doktor Yüzbaşı Asım Bey, benim ağlamama çok kızdı: ‘Sen dışarı çık bakayım, Abdürrahim’ dedi. Dışarı çıktım, orada devam ettim hüngür hüngür ağlamaya. Bir saat sonra Salih Bey de dışarı çıktı. Çok üzgündü. ‘Hepimizin başı sağolsun’ dedi. Annem ölmüştü. O günün tarihi, 15 Ocak 1923’dür.

* * *

Salih Bey hemen, Mustafa Kemal Paşa’ya telgraf çekti. Mustafa Kemal Paşa yoldaymış. Annesinin ölüm haberini yolda almış. Cenaze evde bir gün bekletildikten sonra, Mustafa Kemal Paşa’nın telgrafı geldi. Bu telgraf aynen şöyleydi: ‘Başkumandanlık Başyaveri Salih Bey’e, Verdiğiniz elim haber beni çok müteessir etti. Merhumenin defin törenini münasip bir tarzda yaptırınız. Cenab-ı Hak millete hayat ve selamet versin. Başkumandan, Gazi Mustafa Kemal.’ İzmir’de vali, Abdülhalik Renda Bey’di. Askeri komutan, Salih Bey, Latife Hanım da bulundular cenazenin kaldırılmasında. Her birlikte Karşıyaka’da, bir türbenin bahçesine gidildi. Türbenin bahçesi, yüksek bir duvarla çevriliydi. Annemi o bahçeye, duvarların önüne gömdüler. Birkaç gün sonra Mustafa Kemal Paşa geldi. Üzüntüsü yüzünden okunuyordu. Bu üzüntülü ifadesini hiç değiştirmeden bana elini uzattı, yanağımı avucuyla okşadı, sıktı. Hemen eline uzandım, elini öptüm. Gözlerini, benim gözlerimin içine dikti. O bana baktı, ben ona baktım. ‘Anamızı kaybettik’ dedi ve sustu, başka tek kelime söylemedi. Bir süre sonra yanındakilere döndü: ‘Mezarına gidelim’ dedi. Yanında, Fevzi Çakmak Paşa, Kazım Karabekir Paşa, Abdülhalik Renda, komutanlar ve Cevat Abbas Bey vardı. Hep birlikte, ‘Büyük Ana’nın mezarına doğru yürümeye başladık. Mezar, iki kilometre kadar uzaktaydı. Bu yolu hep yürüyerek gittik. Zübeyda Hanım’ın mezarının çevresi, palmiye dalları, çiçekler, yeşilliklerle çevriliydi. Mustafa Kemal Paşa, son derece üzgün bir yüz ifadesi ve son derece üzgün bir sesle, annesinin mezarı başında bir konuşma yaptı. Salih Bey, onun konuşmasını hızlı hızlı not ediyordu.”

* * *

Mustafa Kemal Paşa’nın, Salih Bozok tarafından saptanan bu konuşması şöyledir: “Zavallı validem, bütün millet için mefkure olan İzmir’in mukaddes topraklarına tevdi-i vücud etmiş bulunuyor. Arkadaşlar, ölüm, hilkatin en tabii kanunudur. Fakat böyle olmakla beraber, bbazen ne hazin tecelliler arzeder. Burada yatan validem, zulmün, cebrin bütün milleti felaket uçurumuna götüren bir idare-i keyfiyenin kurbanı olmuştur. Bunu izah için, müsaade buyurursanız, hayat ızdırabının birkaç noktasını arzedeyim. Abdülhamid devrindeydi. 320 tarihinde okuldan henüz, Erkan-ı Harp Yüzbaşısı olarak çıkmıştım. Hayatta ilk atılımımı yapıyordum. Fakat bu atılım, hayata değil, zindana rastladı. Gerçekten, beni birgün aldılar ve istibdad yönetiminin zindanlarına koydular. Annem bundan, ben ancak hapisten çıktıktan sonra haberdar olabildi. Ve derhal beni görmek için İstanbul’a geldi. Fakat orada, kendisiyle sadece üç beş gün görüşebilmek nasip oldu. Çünkü tekrar, istibdad yönetiminin hafiyeleri, casusları, cellatları, evimizi aramış ve beni alıp götürmüşlerdi. Annem, ağlayarak arkamdan izliyordu. Beni sürgüne götürecek olan vapura bindirilirken benimle görüşmesi yasaklanmış olan annem, Sirkeci rıhtımında gözyaşları, elem ve kederler içinde kalmıştı. Sürgünde geçirdiğim senelerde anam, hayatını ızdırap ve gözyaşları içinde geçirmiştir. Bir başka nokta daha: Mütareke zamanında Anadolu’ya geçtiğimde, annemi muzdarip bir halde İstanbul’da bırakmak zorunda kalmıştım. Yanında, kendisinin koyduğu bir adamım vardı. Bunu, Erzurum’dan İstanbul’a gönderdiğim zaman annem, bu adamın yalnız olarak geldiğini öğrendiği zaman, benim hakkımda halife ve padişah tarafından verilmiş olan idam kararının yerine getirilmiş olduğunu zannetmiş ve bu ızdırap da kendisine felç gelmesine sebep olmuştu. Ondan sonra bütün mücadele seneleri, onun hayatını elem ve ızdırap içinde geçirmişti. Padişah ve hükümetinin ve bütün düşmanların daima tazyik ve işkencesi altında kalmıştı. Evi, binbir türlü sebep ve bahanelerle basılır, arattırılır, kendisi rahatsız edilirdi. Annem, üçbuçuk senenin gece ve gündüzlerini gözyaşları içinde geçirdi. Bu gözyaşları ona, gözlerini kaybettirdi. Sonunda, pek yakın bir zamanda onu İstanbul’dan kurtarabildim. Ona kavuştuğumda, artık maddeten ölmüştü. Sadece manen yaşıyordu. Annemi kaybetmekten şüphesiz, çok üzgünüm. Fakat bu üzüntümü hafifleten bir husus vardır ki, o da anamız, vatanı mahv ve harabeye götüren idarenin, artık bir daha geri dönmemek üzere, mezar-ı ademe götürülmüş olduğunu görmesidir. Annem, bu toprakların altında. Fakat milli hakimiyet, ilelebed payidar olsun. Beni teselli eden en büyük kuvvet budur. Evet, milli hakimiyet ilelebed devam edecektir. Annemin ruhuna adadığım vicdan yeminimi tekrar edeyim. Annemin kabri ve Allah’ın huzurunda yemin ediyorum: Bu kadar kan dökerek milletin elde ettiği ve koruduğu hakimiyetin korunması ve savunulması için gerekirse, annemin yanına gitmekte asla tereddüd etmeyeceğim. Milli hakimiyet uğrunda canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu olsun.”

ONBEŞİNCİ BÖLÜM

(Mustafa Kemal Evleniyor, Abdürrahim Okutuluyor)

Salih Bozok’un anılarından: “Mustafa Kemal Paşa, annesinin kabri başından ayrıldıktan sonra, hep beraber, Muammer Bey’in Göztepe’deki köşküne geldik. Onu karşılayanlar arasında bulunanlardan bazılarını, bir gün sonra Muammer Bey’in köşkünde vereceği çay ziyafetine bizzat kendi davet etti. Muammer Bey’e de, İzmir Kadısı’nı davet etmesini söyledi. Görünüşte bir çay ziyafeti olan bu toplantı, gerçekte bir nikah töreninden başka bir şey değildi. Fakat Mustafa Kemal Paşa o güne kadar bunu, yakınlarından başka kimseye söylememişti.”

* * *

“Muammer Bey’in köşkünde “çay ziyafeti” verileceği gün Mustafa Kemal Paşa, özel bir otomobille beni Karşıyaka’daki köşkten aldırmış, Göztepe’deki köşke getirtmişti. Muammer Bey’in köşküne sabah getirildim. Evde olağanüstü bir durum olduğu kolaylıkla anlaşılıyordu. Akşama doğru Mustafa Kemal Paşa arkadaşlarıyla birlikte eve geldi. İzmir Kadısı da gelince, bu olağanüstü durumun ne olduğu artık belli olmuştu. Mustafa Kemal Paşa evleniyordu. Ve şu anda da nikahı kıyılıyordu. İzmir Kadısı’nın kıydığı nikahta Fevzi Çakmak Paşa, Mustafa Kemal Paşa’nın tanıklığını yapıyordu. Latife Hanım’ın tanıklığını ise, İzmir Valisi Abdülhalik Renda Bey yapıyordu. Eski yöntemle kıyılan bu nikahta, gelin hanıma parasal bir değer biçilmesi gerekiyordu. Evlenen çiftin birbirinden ayrılması durumunda bu değerin, damat tarafından, geleneğe göre, “gelin”e ödenmesi gerekiyordu. Boşanma durumunda kadının, bir çeşit parasal güvencesini oluşturan bu “değer biçme” geleneğine uyularak, Latife Hanım’a da bir değer biçildi. Latife Hanım’a biçilen bu “değer”, 40 gram gümüştü. Mütevazi bir çay ziyafetiyle yapılan nikah töreninden bir gün sonra, Mustafa Kemal Paşa, Latife Hanım’la köşkten ayrıldı. Önce kısa bir gezi yapacaklar, sonra da Ankara’ya döneceklerdi. Köşkten ayrılmadan önce, Mustafa Kemal Paşa, beni çağırdı. Yanında kayınpederi Muammer Bey de vardı. ‘Abdürrahim, seni Muammer Beyefendi’ye emanet ediyorum’ dedi. ‘Kendileri senin her ihtiyacını karşılayacaklar. Okuluna İzmir’de devam edersin, yaz tatillerinde de Ankara’ya bana gelirsin.’ Beni yanaklarımdan öptü ve gitti. O günden sonra tam iki yıl süreyle, Göztepe’de, Muammer Bey’in köşkünde kaldım. Yedi ve sekizinci sınıfları, İzmir’de okudum. Yaz tatillerinde ise Ankara’ya gidiyor, Çankaya Köşkü’nde kalıyordum. Latife Hanım beni çok sevmişti. Mustafa Kemal Paşa’nın zaman zaman bana şakadan takılmaları karşısında Latife Hanım, benim yanımda yer alır, benim savunuculuğumu yapardı. Zübeyde Hanım, yıllardır kendine hizmet eden Ayşe Abla’ya gelinlik çeyizi için 100 altın lira ayırmıştı ve bu hususu da vasiyetnamesinde belirtmişti. Ayşe Abla, meclisteki bir katiple evlendirildikten sonra, Mustafa Kemal Paşa köşkte bir gün bana şakadan takıldı: ‘Annem vasiyetnamesinde Ayşe’ye gelinlik çeyizi olarak 100 altın lira bırakmıştı. Ayşe de bu parayla evlendi’ dedi ve gülmeye başladı: ‘Annem vasiyetnamesinde sana da 25 altın lira bırakmıştı, Abdürrahim’ dedi. ‘Bu kadar çok paran olduğuna göre, artık seni de evlendirebiliriz. Var mısın evlenmeye?’ Mustafa Kemal Paşa’nın bu şakadan takılması karşısında ben utancımdan kıpkırmızı kesilmiş, başımı önüme eğmiş sessiz duruyordum. Latife Hanım yine yardımıma yetişti: “Bırakın Abdürrahim’e böyle takılmayı Paşam” dedi. “Baksanıza çocukcağız utancından kıpkırmızı oldu, konuşamıyor. Hem anneniz hanımefendinin vasiyetinde ona bıraktığı 25 altın, onun düğün masrafı olarak bırakılmış değildir. O paranın manevi bir anlamı vardır. Önemli olan anneniz hanımefendinin onu da düşünmüş, mirasından ona da pay ayırmış olmasıdır.” Köşkte birlikte kaldığımız sürece Latife Hanım işte böyle ‘güç’ anlarımda benim yanımda olurdu ama, ben de onun, yalnız kaldığı anlarında çıktığı at gezilerinde yanında olurdum. Atlarımıza biner, Çankaya ve Dikmen sırtlarında geziler yapardık. Boş zaman buldukça, bu at gezilerine Mustafa Kemal Paşa da katılırdı. Bir gün Mustafa Kemal Paşa, Latife Hanım ve ben, atlarımıza binmiş, Çankaya Köşkü’nün arkasındaki tepelerde gezinti yaparken, Mustafa Kemal Paşa ileride Elmadağ’ın eteklerinde bir köyü işaret etti: ‘Şu köy Mühye Köyü’dür’ dedi. ‘Benim bir Veli Çavuş’um vardı. Onun köyüdür, bu köy. Haydi oraya gidelim. Veli Çavuş’u ziyaret edelim.’ Atlarımızı sürdük. Mühye köyüne gittik. Mustafa Kemal Paşa’nın köye girdiğini gören halk, birbirlerine seslenerek haber verdiler. Köyde ne kadar insan varsa, bir anda çevremizi sardı. Veli Çavuş da vardı köy halkının arasında. ‘Merhaba Veli Çavuş’ dedi Mustafa Kemal Paşa. ‘Birer soğuk ayranını içmeye geldik.’ Veli Çavuş, sevincinden parçalanıyordu. ‘Paşam emredin, Paşam emredin’ diye çırpınıyor, kadınlar ise bir çırpıda koştukları evlerinde, ayran hazırlıyorlardı. ‘Çok güzel bir yoğurdum da var, Paşam’ dedi Veli Çavuş. ‘Emrederseniz, onu da getireyim.’ Mustafa Kemal Paşa’nın ‘Çok iyi olur. Veli Çavuş’ demesi üzerine Veli Çavuş, kaşla göz arasında evine koştu, kocaman bir tencere yoğurt getirdi. Mustafa Kemal Paşa, yere bağdaş kurdu, oturdu. Ben de yanına oturdum. Latife Hanım güçlükle bağdaş kurabiliyordu. Onun için o, dizlerini büktü, dizlerinin üstüne oturdu. Mustafa Kemal Paşa, yoğurt tenceresinin kapağını kaldırdı ve iştahla yemeğe başladı. Latife Hanım yoğurttan bir kaşık ancak yiyebildi. Sadece Veli Çavuş değil, Mühye köyünün tüm halkı bizi köyün sonuna kadar uğurladılar.”

* * *

“Latife Hanım, iki yıl kadar sonra, Mustafa Kemal Paşa’yla arasına giren kırgınlık nedeniyle Ankara’dan ayrıldı. İzmir’e, babasının yanına döndü. Mustafa Kemal Paşa ise, kayınpederi Muammer Bey’e emanet ettiği beni İzmir’den yanına, Çankaya Köşkü’ne getirtti. Liseyi Ankara’da bitirdim. Sonra yabancı özel öğretmenler tutuldu ve bana Fransızca ve matematik dersleri aldırıldı. Daha sonra ise, bir üniversite öğrencisinin bilmesi gerektiği kadar ‘teknik bilgi’ ve ‘yabancı dil’ öğrenebilmem için İstanbul’a gönderildim. İstanbul’da, İstanbul Valisi ve Belediye Başkanı Muhittin Üstündağ’a emanet edildim. Vali ve Belediye Başkanı Üstündağ, o günlerde Belçikalı bir firmanın sahibi olduğu İETT’nin Belçikalı Genel Müdürü Hansens’e götürdü beni ve “Bu gencin ihtimamla yetişmesini istiyoruz” dedi. İETT Genel Müdürü Hansens, yabancı özel öğretmenlerden bana Fransızca ve matematik dersleri aldırdı. Aynı zamanda da, Silahtarağa Elektrik Fabrikası’nda bir yıl süreyle staj yapabilmemi sağladı. Fransızcayı, üniversitede ders izleyebilecek kadar öğrenebilmiştim ama dersler yine de devam ediyordu. Matematiğim de gayet iyi idi. Gönderilmem düşünülen Grenoble Üniversitesi’nde, hocalarım ve sınıf arkadaşlarım karşısında mahcup duruma düşmeyecektim. Fakat birgün, Mustafa Kemal Paşa’dan gelen bir emirle, Fransızca öğrenimim durduruldu. Yeni tutulan yabancı bir özel öğretmenden bu kez, Almanca dersleri almaya başladım. Almancayı da üniversitede ders izleyebilecek derecede öğrendiğimde, Mustafa Kemal Paşa beni yanına çağırdı: ‘Okuman için seni Almanya’ya gönderiyorum’ dedi. ‘Berlin Teknik Üniversitesi’ne gideceksin ve mühendis olacaksın. Memleketin teknik adama ihtiyacı var.” Berlin’de Türkiye Büyükelçisi, Kemalettin Sami Paşa’ydı. Mustafa Kemal Paşa’nın sadece silah arkadaşı değil, aynı zamanda çok güvendiği, samimi bir arkadaşıydı da. Mustafa Kemal Paşa beni, ona emanet etti. Berlin’deki üniversite ve diğer masraflarım, tamamen Mustafa Kemal Paşa tarafından karşılanıyordu. Mustafa Kemal Paşa gerekli parayı Büyükelçi Kemalettin Sami Paşa’ya gönderiyor, o da hem eğitim masraflarımı, hem iaşe ve ibade masraflarımı bizzat kendisi yapıyor, hatta belirli sürelerde aldığım cep harçlıklarımı da, yine bizzat kendisi veriyordu. Berlin Teknik Üniversitesi’nden mezun olduğumda, artık elektrik mühendisiydim. Fakat bir fabrikada staj yapmam gerekiyordu. AEG fabrikalarında staja başladım. Staj yaptığım sırada birgün, Salih Bey’in (Bozok) hastalandığını ve Berlin’de bir hastaneye kaldırıldığını duydum. Hemen ziyaretinne gittim. Salih Bey’in odasında, onu da “amca” olarak bildiğim ve tanıdığım kişilerden İktisat Vekili Celal Bey’e karşılaştım. Celal Bey, hastanede Salih Bey’in odasında bana bir iş önerisinde bulundu: ‘Türkiye’ye döndüğünde bana gel ve sana münasip bir iş vereyim’ dedi. Türkiye’ye döndüğümde, “Celal amca”nın ziyaretine gittim. Kendisine teşekkürlerimi arzettim ve iş önerisini kabul edemeyeceğimi söyledim. Çünkü bir mesleğim vardı ve bu mesleğimi icra edebileceğim en münasip yer ise, bugün kısaca ‘EGO’ diye bilinen, Ankara Elektrik ve Gaz İşletmesi’ydi. Orada, kendi bulduğum, kendi işime girdim. Başka hiçbir yerde çalışmadım. Oradan, ‘EGO’dan emekli oldum.

* * *

Mustafa Kemal Paşa’nın “manevi çocuğu” olma özelliğinden sadece o günlerde değil, yaşamının hiçbir döneminde yararlanmak istemediğinden Abdürrahim Tuncak, daha ileriki yıllarda tanıştığı kişilere bu “özel durumu”ndan asla söz etmemiş ve tüm yaşamını, kendi deyimiyle, “Mustafa Kemal Paşa’nın sağladığı altın bilezik olan mesleğiyle” sürdürmüştür. Abdürrahim Tuncak, kendisini üç yaşından beri, korumasına alan ve büyütüp yetiştirilmesini sağlayan Mustafa Kemal Paşa’nın onu niçin nüfusuna geçirip resmen evlat edinmediği sorusuna ise, şöyle yanıt vermektedir: “Atatürk, gençliğe hitabesiyle, Cumhuriyeti ve vatanı bütün Türk gençliğine emanet ettiğine göre, gerçekte biz hepimiz, onun manevi evlatlarıyızdır.”

Etiketler:, ,

YASAL UYARI: Bu sitede yer alan tüm içerik, METE AKYOL'a aittir. METE AKYOL'un yazılı izni olmadan, bu içeriğin kopyalanması, imzalı veya imzasız kullanılması, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

Menu Title