15 Aralık 1991
Dikkat! Demirel soyunuyor…
Genç ve güzel kadın, elleri kolları bacakları, ağzı burnu, yüzü gözü çarpık çocuğunu o doktor senin, bu doktor benim dememiş, bu işten anlayan tüm doktorlara göstermişti.
Karavana, karavana, karavana...
Doktorların hiçbiri, çocuğun tümüyle çarpık vücudunu düzeltebilecek gücü, bilgiyi ve yeteneği kendilerinde bulamamışlardı. Dolayısıyla kadıncağızın derdine hiçbirinden bir çare gelmemişti.
Komşularından biri, günün birinde, müjdeli bir haber getirdi dertli anneye:
“Bizim damadın oturduğu mahallede nefesi kuvvetli bir hoca varmış" dedi
"Nefesi öyle kuvvetliymiş, öyle kuvvetliymiş ki, iki üç okuyup üflemeyle en devasız hastalıkları iyi edermiş, en onanmaz dertlere çare olurmuş". Bu ön
“yıkama, yağlama" faslından sonra komşu hanım, dertli anneye bir de öneride bulunmuş:
“Senin çocuğu bir de ona götürsen, bir de ona göstersen, bir de ona okutup, üfletsen" demiş,
“Hocanın nefesi tutarsa, ne ala... Hadi tutmadı diyelim... Kaybın ne olur ki?...”
Genç ve güzel dertli annenin aklı yatmış bu öneriye:
“Doğru söylüyorsun, sanki ne kaybederim ki?” demiş
"Yarından tezi yok, çocuğu götürüp, bir göstereyim o hocaya...”
İyiliksever komşusunun yol ve mekan tarifinden sonra genç ve güzel dertli anne, vücudunun hemen her yeri çarpık çocuğunu almış, nefesi ziyadesiyle kuvvetli hocaya götürmüş.
Hoca, bir sakat çocuğa bakmış, bir çocuğun annesine bakmış, sonra da hafifçe yana dönüp, üzerindekileri bir bir çıkarıp atmaya başlamış. Kadıncağız şaşırmış:
“Aman hoca efendi” demiş “Ne yapıyorsun öyle?”
Hoca bir yandan soyunmasını sürdürürken, bir yandan da ne yaptığını anlatmış:
"Görmüyor musun, soyunuyorum" demiş ve karşısındaki kadının öyle şaşkın ve hareketsiz durduğunu görünce, bu kez kendisi hayretle sormuş:
"Sen niye soyunmuyorsun, kadın?”
Genç ve güzel kadın, hiç beklemediği bu soru karşısında daha da donakalmış:
"Ben niye soyunacakmışım ki Hoca Efendi?" demiş.
"Sen beni değil, çocuğumu okuyup, üfleyip, düzelteceksin..."
Hoca Efendi büyük bir pişkinlikle soyunmasını sürdürürken, aynı pişkinlikle kadıncağıza laf da yetiştirmiş:
“Sen unut o çocuğu hanım, unut... Onun düzeltilebilecek bir tarafı yok" demiş ve...
Soyunmasını daha hızlı hızlı sürdürmeye başlamış, hala hareketsiz duran kadını da bir güzel haşlamış:
“Haydi, çabuk ol soyunuver de daha fazla zaman kaybetmeden yenisini yapalım şunun...”
Başbakan
Süleyman Demirel iki yıl önce henüz başbakan değil iken...
Stop... Stop... Stop...
Birden fazla konuyu birbirine karıştırıp, soframız için Ezo Gelin çorbası ya da televizyonumuz için bir Amerikan salatası çağrışımlı Amerikan dizisi yapmak niyetinde değiliz. Dicle ile Fırat'ın ayrı ayrı gelip, seyahatlerinin sonunda birleşerek
Şattülarab adlı tek vücut olması örneği, birbiriyle ilgisiz görünen bizim iki konumuz da merak etmeyin, son noktadan önce birleşip Şattülarab'laşacaktır.
Şimdi bu ikinci bölümü baştan alıyoruz:
Başbakan
Süleyman Demirel iki yıl önce henüz başbakan değil iken... Onun beni göresi gelmiş, benim onu göresim gelmiş ve sonunda, o günlerin Ana-altı Muhalefet Partisi Lideri'yle, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki makam odasında karşı karşıya gelmişiz. Televizyonda o beni haftada birgün, ben ise onu haftada yedi gün seyrettiğim için... İkimiz de birbirimize
“Eee, şimdi ne yapıyorsunuz?” diye gereksiz sorular sormadık.
O gereksiz sorular yerine, dişe dokunur işler yaptık ve... İki sigara, üç çay içimlik sürede, o Türkiye’yi kurtardı, ben de onu hem dinledim, hem seyrettim.
Süleyman Demirel biraz sonra aşağıdan gelen bir haber üzerine birden ayağa kalktı:
"Genel Kurul da oylama var ya bugün” dedi
"Şimdi aşağıdan haber gönderdiler. Sıra bizim Isparta'ya yaklaşıyormuş."
Gelir miyim, gelmez miyim diye sormaya gerek duymadan
koluma girdi:
"Haydi birlikte gidelim aşağıya” dedi.
“Ben iki dakika için salona girer, oyumu kullanırım, sonra yine beraber oluruz."
Zaman zaman koluma girmiş olarak, zaman zaman ya kolumu, ya elimi tutarak, fakat hiçbir zaman temasımızı kaybetmeyerek, uzun uzun koridorlardan geçtik, asansörle aşağı indik, yine uzun uzun koridorlardan geçip. Meclis Genel Kurul Toplantı Salonu’ nun kapılarının açıldığı kulise geldik.
Süleyman Demirel salonun kapısı önünde kolumu bıraktı:
"Bir yere ayrılma, burada bekle beni” dedi
"Nefis bir fıkra anlatacağım sana... İki dakikaya kalmaz gelirim."
İçeri girip, oyunu kullanması ve dışarı çıkması iki değil, oniki dakikada tamamlandı ama sonunda sözünü tuttu, oniki dakika önce bıraktığı yerde beni yeniden buldu. Tekrar koluma girdi ve yine o nizamda yürümeye başladık.
"Türkiye'nin meseleleri artık o hale gelmiştir ki" diye başladı ve... Odasında kaldığı yerden sürdürdü konuşmasını:
“Önce şurasını düzelteyim, sonra burasını halledeyim diye bir orasını, bir burasını ele almaya kalkarsanız, içinden çıkamazsınız bu meselelerin... Altında boğulup kalırsınız..."
Ne yani?... Bunca yıldır eleştirdiği meselelerin tekini bile ele almayacak da tümünün karşısına geçip seyir mi edecek?
“Meseleleri mesele yapmazsak, meseleler mesele olmaktan çıkar sözünüzü mü uygulayacaksınız yoksa, Beyefendi?” dedim
“Yani hiçbir meseleyi çözmeye kalkmayacak mısınız?"
Hiç de o niyette olmadığını söyledi:
“O kadar çok çarpık çurpuk mesele var ki” dedi
"Bunlarla tek tek uğraşmaktansa, tüm düzeni baştan değiştirirsin, daha kolay olur...”
Ve anlatacağını vaadettiği fıkrasını anlattı:
"Genç ve güzel kadın, elleri kolları bacakları, ağzı burnu, yüzü gözü çarpık çocuğunu, o doktor senin, bu doktor benim dememiş, bu işten anlayan tüm doktorlara göstermişti..."
Fıkranın sonunu biliyorsunuz...
Allah yardımcımız olsun...
Etiketler:Amerikan salatası, Demirel, Dicle ile Fırat, doktor, ezo gelin çorbası, Fıkra, genel kurul, Hoca, Isparta, karavana, mesele, nefesi kuvvetli, oy, Şattülarab, üfürükçü