05 Aralık 1993
“Bölünmez Bütün” Türk Ulusu…
“Bölünmez bütün”lük,
Türk ulusunun kararının, dileğinin ve duasının ötesinde ayrıca, somut bir gerçeğinin de ifadesidir.
Bu ulusal gerçeğimizin kaynaklandığı içiçe geçmiş yapımız, bir yandan bizi kendimize özgü bir nitelik sahibi kılarken, bir yandan da sosyoloji bilimine yeni yeni örnek oluşumlar kazandırmaktadır.
Türkiye’de eti çatalla tabağa bastırıp, öteki eldeki bıçakla o et parçasından ancak ağza alınabilecek büyüklükte bir lokma kesen ve… Çatalıyla ağzına götürdüğü bu lokmayı, ağzını açmadan, dudaklarını birbirinden ayırmadan yiyebilmeyi doğal bir yaşam biçimi olarak benimseyen kişilerle, yaşam biçimlerinde bu davranışın yer almadığı kişiler, sanki bilmiyormuşsunuz gibi söylüyorum, aynı lokantada, aynı işyerinin yemekhanesinde, hatta belki de aynı evde karşı karşıya oturdukları aynı masalarda yemek yiyebilmektedirler.
Bu olgu, bir sosyolojik mucizedir. Ve
“bölünmez bütün”lüğünü ancak bizim gibi içiçe geçerek oluşturmuş bir toplumda görülebilmektedir.
Trafik kurallarının tümüne uymayı bir uygarlık gereği olarak benimseyen, çağdaş kafa yapılı bir otomobil sürücüsü ile...
Direksiyonu başına geçtiği on tonluk kamyonu, askerlik günlerinden kalma bir alışkanlığın anısıyla,
“Nasıl olsa mal devletin, can milletin, o halde sür Mehmet, sür” diyerek kullanan bir kamyon sürücüsü, inanmak zordur ama olanak dışı değildir, aynı makamdan aldıkları sürücü ehliyetleriyle trafiğe çıkabilmektedirler.
Yayalar için kırmızı ışık yandığında geçidin başında durarak, yeşil ışığın yanmasını uygarca bir sabırla bekleyen kişilerle, onlara aldırmadan ve önünden hızla geçen otomobilleri umursamadan yolun bir yanından öteki yanına geçmeyi çok özel bir kahramanlık gösterisi sanan kişiler, aynı çağda, aynı kentte ve hatta aynı yolun, aynı noktasında, omuz omuza, içiçe yaşamaktadır..
Böylesi bir siyah beyaz karışım da, bizim dışımızda hiçbir ülkenin sosyolojik kompozisyonunda yanyana görülemez.
Ve bizim yapımızın bu doğal bölümü, çağdaşımız toplumların gözünde
“ister inan, ister inanma” dedirtebilecek denli bir mucize oluşturmaktadır.
Dünyanın en gelişmiş endüstrisinin ürünü bir telefon aygıtı alıyorsunuz ve...
Tam konuşmaya başladığınız sırada, karşınızdaki dostunuzun sesinin birden kesildiğine tanık oluyorsunuz.
Önce anlamak istemiyorsunuz ama, sonra isteseniz de, istemeseniz de anlamak zorunda kalıyorsunuz:
Elektrikle bağlantılı olan bu geliştirilmiş telefon, yaşadığınız kentin elektriği kesildiği için susmuştur, çalışmamaktadır ve... Sizin de dış dünyanızla ilişkinizin kesilmesine neden olmuştur.
Bu ve benzeri olaylara da ancak bizde sık sık tanık olunması, galiba bir rastlantı değildir.
Türk toplumunun, kendine özgü böylesi özelliklerinden ötürü dünya rekorlar kitabının güldürü bölümünde neden hala yer almadığını merak etmiyor musunuz?
Dünyada, nüfusu on milyonu aşmasına karşın, bir telefon rehberi olmayan tek megakent
İstanbul’un,
bu bulunmaz özelliğiyle rekorlar kitabında hak ettiği yerini alamaması yanısıra...
O kentin on milyonu aşkın kişisinin, bunu bir gereksinim olarak benimsememesi ve sözüm ona sorumlulardan, bu konuda bir istekte bulunmaması da ancak ve ancak bize özgü bir umursamazlıktır.
Bu iki olgunun da dünya rekorlar kitabında ya da
Ripley’in
“İster inan, ister inanma” kitabında yer almamasının nedeni, ya dünyanın bizi kıskanmasıdır ya da o kitapları hazırlayanların, dünyada böyle bir kentin var olabileceğine inanmamalarıdır.
Siyasal parti kongrelerinde, evrensel görüşlerini açıklayan politikacılar yanında, kişisel çekişmelerini de bir kongre konuşması konusu yapabilecek denli dar kafalı politikacılar, ancak bizim ülkede aynı partinin çatısı altında bulunabilmektedirler, aynı kongrenin, aynı kürsüsündeki, aynı mikrofondan konuşabilmektedirler... Üstelik bir de, aynı kongrenin aynı delegeleri tarafından alkışlanabilmektedirler.
Türkiye’de bugün çağdaş kafa yapısına sahip kişilerle, kafa yapılarının ayarını henüz günümüze göre düzeltememiş kişiler, çevrelerini saran bir çemberin ortasında, biçimsel bir bütünlük içinde bir arada bulunmaktadırlar ve...
Bu oluşumun tüm güçlüklerine karşın, bir arada yaşamaya çalışmaktadırlar.
Toplumun, farklı kafa yapılarındaki bu bireylerinin bir bölümü çağın gerekleri doğrultusunda yaşamlarını sürdürürlerken, bir bölümü ise, takvimini kullandıkları bu çağın, gereklerine uymamak konusundaki inatlarını, nedeni anlaşılamayan ve bilinemeyen tutumlarıyla sürdürmektedir.
Bir toplum bütünlüğü içindeki bu
“parçalı görüş” nedeniyle
Türk toplumu da, bir çağı tüm bireyleriyle birlikte yaşayamamaktadır.
Türk ulusu
“bölünmez bir bütün”dür ama...
Birlikte ve aynı ritmde yaşayan bireyleriyle bir bütün oluşturamadığı için bu bütünlüğünü, biri ötekinden pembeyle mavi kadar, siyahla beyaz kadar değişik yapıdaki bireylerinin, birbirleriyle içiçe, bir arada yaşama zorunluğundan ötürü oluşturdukları bir “ebru'luk yapısıyla koruyabilmektedir.
Türk ulusunun bütünlüğü, değişik kafa yapısındaki ve değişik aile görgüsündeki bireylerinin, değişik kutupların birbirlerini çekme özelliklerine benzer bir çekicilikle bir araya gelebilmesinden mi kaynaklanıyor, yoksa?..
Böylesi farklı çağların insanlarının, ortak bir çerçeve içinde, bir bütün oluşturabilmelerinin başka bir izahı yok, çünkü...
Etiketler:birey, Bölünmez, çağ, çağdaş toplum, can milletin, ebru sanatı, elektrik, kırmızı ışık, mal devletin, mete akyol, rehber, Rekorlar Kitabı, sosyolojik mucize, Türk, Türkiye, ulus, uygarlık, yaya