Menü
Kategoriler
13subat1994basyazi
Anladık şimdi, aşkımız bitti…
13 Şubat 1994 1994
Mahallenin külhanbeyi, aşk yüzünden kalbi paramparça olmuş delikanlıyı hem azarladı, hem teselli etti: “Kadın milletinin gözya­şından ve tebessümünden korkacaksın diye sana az mı nasihat etmiştik, oğlum?..” dedi “Gözün kararmıştı, ku­lakların tıkanmıştı... Ne lafımızı dinledin, ne gerçeği gö­rebildin...” Aşk sandığı duygularının, birkaç ay içinde hayal kırıklı­ğına dönüşüverdiğini gören gencecik delikanlı, bir yandan hıçkırarak ağlıyordu, bir yan­dan da içini döküyordu: “Vallahi de, billahi de sev­miştim, abiciğim” diye dövün­dü "İçine bir damla bile su ka­tılmamış koskoca bir kova süt saflığıyla, bütün kalbimle sev­miştim onu... Nereden bilebi­lirdim onun böyle yapacağını, nasıl tahmin edebilirdim onun böyle çıkacağını?..” Bu işlerde fazlasıyla dene­yimi olan külhanbeyi, kırık kalpli delikanlının kafasını ok­şadı: “Bir kadının tebessümünü gördün mü, hemen oradan uzaklaşmaya bakacaktın, as­lanım” dedi “Uzaklaşmayıp, o tebessümün arkasından git­meye kalkarsan, sonunda işte böyle olursun...” Saf delikanlı, bu konularda birşeyler bildiğinin heyecanıy­la ok gibi yerinden fırladı: “Yani şimdiki gibi, ayvayı yemiş olurum, değil mi abi?..” Külhanbeyi, kırık kalpli aşığın yanağından bir makas alıverdi ve “Vah yavrum, vah...” diyerek derinden bir iç çekti; “Öyle tebessümlerin peşi­ne takıldığında, sonunda ne yiyeceğini bile henüz bilmi­yorsun..." dedi “Hadi sen yediğinin hala ayva olduğuna inandır kendini de, biraz da kendin oyalanmış ol kendini…” Sonunda, aşkının meğer bir yalan olduğunu anlayan delikanlı, bu acısını bir an için unuttu, kendini savunmaya kalkıştı: "Fakat beni o kadar da saf bulma, o kadar da çocuk yeri­ne koyma, ağabeyciğim” dedi kül­hanbeyine “O tebessümü sen de bir görseydin... O gözlere sen de bir baksaydın... O saç­ların savruluşunu sen de bir seyretseydin...” Saf aşık kendini daha fazla tutamadı, mahallesinin sosyolojik ağabeyi, kırk yıllık kül­hanbeyi karşısında bir anda aslan kesiliverdi: “Bunca yıllık deneyimine karşın, bunca yıllık doymuş­luğuna karşın vallahi senin de frenlerin tutmazdı, vallahi sen bile kendini kaptırıp gi­derdin peşinden...” dedi “O saçların, o kaşların, o gözle­rin, o tebessümün karşısında sen ben değil, yedi düvelin er­kanı harbiyesi bile dayana­mazdı, abiciğim... Kadın de­ğil, mıknatıstı sanki...” Sevgilisi aklına geldiğinde bir anda yine havalara giren delikanlıya, külhanbeyi acıya­rak baktı: “Otur yerine, kerata” dedi “Kendini bir avuç tebessüme, bir tutam saça kaptırma diye sana bin kez söyledik, yine akıllanmamışsın. . Unut artık bu tebessümleri, bu bakışları, oğlum...” Kalbi kırık delikanlı, gözle­ri dolu dolu sürdürdü savunmasını: “Öyle her kadının tebessü­müne benzemiyordu onun te­bessümü, abiciğim" dedi du­daklarını titrete titrete “Hani sinemalarda, televizyonlarda gördüğümüz Venedik gondolları var ya... Onun tebessümü, işte o gondollar gibi narin na­rın uzanıyordu yüzünde... O tebessüm edince, dudakları­nın uçları da yanaklarının or­tasında aynen o gondolların başı ve kıçı gibi kıvrım kıv­rım kıvrılıyordu..." Külhanbeyi, bir yandan sa­bırla tespihini çekmeye başlarken, bir yandan da “Allah'ım sen bu millete akıl fikir bağış­la” diye kendi kendine dua et­ti. “Sonra, ah o gözleri yok muydu, ağabeyciğim, o gözleri” diye sürdürdü saf delikanlı “Aynen o meşhur şarkıda ol­duğu gibi, gülünce gözlerinin içi de gülüyordu... Ve yine ay­nen o şarkıdaki gibi insan, kendini ondan alamıyordu, abiciğim..." Külhanbeyi, elindeki tespi­hini kaldırdı, saf delikanlının kafasına indirdi: “Hem o kadın beni yaktı, yıktı, mahvetti diye ağlayıp, dövünüyorsun... Hem de on­dan bahsederken hala ağzından sular seller akıyor...” dedi "Sen ne zaman adam olacak­sın?.. Senin aklın ne zaman başına gelecek, ha?..” Saf delikanlı, aşkın gözleri­ni kör ettiği o ilk günlerin hayallerinden kendini sıyırdı, yi­ne şimdiki perişan durumuna döndü ve yine başladı yumruk­larının içiyle göğsünü dövme­ye: “Ben saf adamın, garip adamın biriyim" diye ağlama­ya başladı yine “O bana bakıp gülünce, ben ne bileyim, ben onu sevdim ya, o da beni sev­di sanmıştım... Benim sevgimin farkında olmamasından çoktan vazgeçtim, benim var­lığımın bile farkında değilmiş, meğer... Çok geç anladım bunu, çok... Sevmiştim onu abiciğim... Kalbimin bütün temizliğiyle sevmiştim onu ama... Yazık... Tek taraflı imiş meğer bu aşk...” Mahallenin görmüş, geçir­miş külhanbeyi, bir kadın tebessümü uğruna, bir kadın kı­sık bakışı uğruna ve bir kadın savrulmuş saçı uğruna kendini de, parasını da, umutlarını da yitiren mahallesinin bu saf de­likanlısına sarıldı, onun başını göğsüne dayadı: "Böyle durumlarda ağla­manın, sızlamanın kimseye bir faydası dokunmaz, asla­nım” dedi “Senin çektiğin bu acının bir faydası olacaksa, o da ancak senin kendine olur...” Ve, hiç olmazsa belki bu kez dinleyebileceğini sandığı bir öğütte daha bulundu saf delikanlıya: “Eğer yararlanmasını bi­lirsen, biraz pahalıya da gelmiş olsa, yine de çok güzel bir ders olmuş olur bu aşk sana” dedi "Fakaaaat..." Saf delikanlı, külhanbeyi ağabeyinin sözünü kesti, onun "fakat”ının gerisini kendi ge­tirdi: "Fakat bu aşkın acı sonun­dan da ders almasını becere­mezsem” dedi “O zaman iler­de çekeceğim bütün acıları da şimdiden haketmiş sayılaca­ğım, değil mi abiciğim?..” Saf delikanlıcık, sonunda galiba anlar gibi olmuştu çekti­ği tüm acıların nedeninin, ken­di saflığından kaynaklandığını…
Bir Cevap Yazın
*
Menu Title