09 Ocak 1994
Hişt, Hişt Sakin Ol, Uslu Ol, Kuzu Ol!
Yaşamımızda önce, annelerimizin isteklerini yerine getirdik.
“Şunu sakın yeme” dedikleri yiyecekleri yemedik,
“Bunu kesinlikle yemelisin" dediklerini yedik.
“Sakın yeme" dediklerini yemediğimizde de,
"Kesinlikle yemelisin" dediklerini yediğimizde de, annelerimizin gözünde ve gönlünde hep,
“Söz dinleyen çocuk" olduk,
"iyi çocuk" olduk,
“İlerde büyük adam olacağı umudu veren çocuk” olduk.
Annelerimizin isteklerinden sonra sırayı, ilkokul öğretmenlerimizin istekleri aldı.
Öğretmenlerimizin,
“Yanındaki arkadaşınla konuşma, önündeki arkadaşının sınav kağıdına bakma" isteklerini yerine getirenlerimiz, onların gözünde birer
“Uslu öğrenci" oldular, derslere beş on dakika geç kalanlarımız ile okul bahçesinde saklambaç oynarken arkadaşının yere düşmesine neden olanlarımız ise, aynı öğretmenlerimizin gözünde ve yargı terazisinde,
"Bunun adam olacağı yok” hükmüyle damgalandılar.
Üniversitede hocalarımız, içimizde sesi en az çıkanımızı sevdiler.
"Üniversitede en az konuşanın, ülke yönetiminde en çok iş yapacağına" sadece kendilerini değil, öğrencilerini de inandırdılar.
İşçi olanlarımız, çalışma yaşamında patronun dediğini yaptılar. Memur olanlarımız ise müdürün, genel müdür olanlarımız da
Sayın Bakan'ın dediğini yaptılar.
Kadınıyla erkeğiyle bizim toplumumuzun tüm bireyleri,
“bir işi kendi düşünceleri doğrultusunda, kendi istekleri doğrultusunda yapabilmek” olanağına tüm yaşamları boyunca ancak, seçimlerde sahip olabildiklerine inanırlar.
Böylesi bir olanağa sahip olduğumuza, bu yılın Mart'ında da kendimizi bir kez daha inandıracağız.
Mart ayının sonlarında, yerel seçimlerin yapıldığı gün, seçim sandığının bir iki adım ötesinde kurulan
“oy verme hücresi”, çoğumuzun yaşamında,
“bir işi kendi düşüncemiz ve isteğimiz doğrultusunda yapabileceğimiz” tek yer olması özelliğine bizi bir kez daha inandıracaktır.
O gün sandık başındaki görevlilerden oy pusulamızı, oy zarfımızı ve mühürümüzü alıp
“oy verme hücresi" ne
girdiğimizde ve...
Mühürümüzü hangi adayın adının bulunduğu yere bastığımıza kimsenin karışmayacağını bildiğimizi sandığımız bu hücrede oyumuzu, kentimizin
Belediye Başkanı olmasını düşündüğümüz ve istediğimiz kişiye, kimsenin etkisi ve baskısı olmaksızın, kendi düşüncemiz ve isteğimiz doğrultusunda verdiğimize kendi kendimizi inandırdığımızda ...
Acaba vatandaşlık görevimizi yerine getirdiğimizi mi kabul edeceğiz?.. Yoksa, bizi yönetmesi daha önceden bizim yerimize düşünülmüş, bizim adımıza istenilmiş ve saptanılmış kişilerden birinin, zaten sonuçlandırılmış bu seçimini onaylamak zorunda bırakılmış birer toplumsal robotlar olarak, bu robotluk görevimizi yerine getirdiğimizi mi fark edeceğiz.
Ne A partisinin Belediye Başkan adayı Ahmet’e, ne B partisinin, C partisinin, D partisinin adayları Mehmet’e, Hasan'a, Mustafa'ya söyleyecek sözümüz var.
Bizim sözümüz, bu kişilerin dışında kalan, diyelim,
Cemal içindir.
Çünkü
Cemal, yerel seçimlerde bizim kentin
Belediye Başkan adayı olamamıştır.
Oysa, kimsenin etkisi ve baskısı altında kalmaksızın, salt
“kendi düşüncemiz ve kendi isteğimiz doğrultusunda oyumuzu kullanmak hakkımızı” kullanarak, biz bu seçimlerde kentimizin yönetimine
Cemal'i
getirmeyi düşünüyor ve istiyorduk.
Kent nüfusunun büyük bir bölümünün böyle düşünmesine ve istemesine karşın bu seçimlerde
Cemal, kentin
Belediye Başkanı seçilemeyecektir.
Çünkü halkın çoğunluğunun bu isteği,
"demokratik yöntem” nedeniyle daha işin başında, parti içinde yapılan
özel bir seçimde engellenmiştir.
Kentin yönetimine aslında
Cemal'i
getirmek isteyen halk şimdi, yasa zoruyla sandık başına götürülecek ve...
Siyasal partilerin kendi içlerinde yaptıkları bir seçimin sonuçları arasından bir seçim yaparak, daha önce partisi tarafından saptanmış o kişinin seçimini onaylamaya zorlanacaktır.
Kendinden zorla yapması istenen bu görevi yapmadığı takdirde, hiç de küçümsenmeyecek tutarda para cezasına çarptırılacaktır.
İşte böylesi bir seçim yönteminin uygulandığı yönteme
“demokratik yöntem” diyoruz, böyle bir yöntemle yapılan seçimlerin atmosferine ise
"demokrasi” diyoruz.
Yarım yüzyıla yaklaşan bir süredir demokrasiyi, vazgeçtik bir yaşam biçimi olarak benimseyip, kabul etmekten, bir seçim yöntemi olarak kullanmayı bile beceremeyişimiz, karşımıza bir çaresizlik tablosu biçiminde çıkıyor.
Seçim günü, oy verme hücresine girdiğimizde, kendimizi orada ne denli
“kendi başımıza buyruk" sanarsak sanalım, yine de bir gerçeği görmezden gelmeyelim, lütfen.
Seçime katılan kimi partilerin milletvekilleri tarafından yapılan ve kabul edilen bir yasa zoruyla gönderildiğimiz o oy verme hücresinde, yine aynı milletvekilleri tarafından yapılan ve kabul edilen bir yöntemle seçilen adaylardan birinin bu seçimini yasa zoruyla onaylamak durumunda bırakılmamız,, annemizin
"Ye" dediğini yiyen,
“Yeme” dediğini yemeyen
"Söz dinleyen uslu çocuk" örneği, içimizden kimilerini tek tek,
"İyi vatandaş", "Uslu insan", “Kuzu birey" katına çıkaracaktır.
O kimilerimiz ki, pompalandıkları o katta, avundukları sürece inanacaklardır, inandıkları sürece avunacaklardır, hiç değilse seçimden seçime
"istediklerini yapabildiklerine, düşündüklerini gerçekleştirebildiklerine...” Etiketler:aday olma, başına buyruk, demokrasi, demokratik yöntem, mete akyol, mühür, oy verme, oy verme hücresi, parti, sandık, Seçim, ülke yönetimi, uslu çocuk olmak