31 Ekim 1993

Çay Parası Kiralık Ceket

Bugün canım yazı yaz­mak istemiyor da, onun için tembellik yapıyorum, onun için eski yazılarımdan bir ikisini yıllar sonra şimdi bir kez daha yineliyorum değil... Onsekiz, ondokuz yıl önce, bir gazetecilik görevinin sorum­luluk duygusunu bile gerilerde bırakabilecek denli içtenlikli bir inançla adım adım dolaştı­ğım Doğu ve Güneydoğu Ana­dolu'da tanıdığım kişileri ve onların içim sızlayarak gözlem­lediğim durumlarını bugün de dikkatlerinize getireyim iste­dim. 1974-1976 yılları arasında günlük olarak yazdığım bu ya­zılarımdan bir bölümünü, 1977 yılında yayımladığım “Düzenzedeler" adlı "gözlemler-röportajlar" kitabımda biraraya getir­dim. Şimdi o kitabımdan iki yazı­mı alacağım ve size o iki yazımı sunacağım. Yazılarımdan birincisi “Çay Parası” başlığım taşıyor ve ay­nen şöyledir: "Kahvehanede içtiğiniz ça­yın parasını ödeyemezseniz, ceketinizi kahvehanenin duva­rına asarlar. Muş'ta gelenek böyledir.” “Kaç kuruştur bu kahvede çay?" “40 kuruş.” Pek birşey söyleyemedim bir süre. Aynı masanın çevresinde oturduğumuz on gencin yüzlerine biraz değişik bir ifa­deyle bakmış olmalıyım ki, Muş'ta, cebinde 40 kuruş bu­lunmayan bir kişinin varlığını duymanın, hayret verici yanı ol­maması gerektiğini anlatmak gereksinimi duydular. Tekin Başaran konuştu ilk kez: "Bizim kabahatimiz mi ki?” dedi "Muş’ta fabrika yok. Başka iş sahası yok. Gökten kar düşer gibi de düşmüyor ya para denilen şeytan. Karasu Çarşısı'nda oto alım satımı yapan Nizamettin Aşar da katıldı konuşmaya: "Burada ekili arazisi olan, binde birdir" dedi “Kış ayları­mız fazla olduğu için bu arazi­lerde de iş sahaları yoktur. Gençler, kahve çıraklığı, lo­kanta çıraklığı yaparlar. Yazın gazoz satanlar olur. Sigara sa­tanlar olur. Kışın da ya odun kırarlar ya da potinlerini sa­tarlar." Hüsamettin Yeşil, Erdal Akgün, Remzi Düzener, Gani Avcı da yakındılar Muş’taki iş­sizlikten. "Borç para istemek çok zor” dediler "Yakıştıramıyoruz kendimize. Fakat iş de yok. İş olmayınca para nasıl kazanı­lır? Doktor da değiliz ki, bir yıl çalışıp, milyoner olalım." Muş’ta kahveler, sabahın er­ken saatlerinde açılıyor ve bü­tün sandalyeler, sabahın erken saatlerinde doluyor. "Akşamları onbire kadar açık kalır ama, o saate kadar kalmamıza pek gerek yoktur. Çünkü sekizden sonra çok kimse evlerine gider, orada ısı­nır.” “Isınmak için mi gelirler burada kahveye, daha çok?" “Baş neden iki tanedir. Bi­ri, ısınmak için diyelim. İkinci baş neden de, kahveye gelme­yip nereye gidelim? İşimiz olsa burada ne diye oturalım?”  Nizamettin Aşar, Muş’ta gençlerin işsiz oluşlarının bü­tün kabahatini, gelmiş geçmiş hükümetlere yükledi: “Hangi hükümet kurulduysa şimdiye kadar, ilkin doğu­nun kalkınması der progra­mında. Fakat hiçbiri de, prog­ramındaki bu baş maddeyi, kuvveden fiile çıkaramaz. Çok mu uzağız Ankara'ya da, on­dan mıdır? Yoksa buranın kışı uzun, karı bol olur da, ondan mı uğraşmak istemezler bu­rayla? Anlayamadığımız budur." Bir “Şeker Fabrikası kuru­lacak” umudu tatlandırmış Muş'ta gençlerin ağızlarını. “Çok lafı edildi, çok sözü edildi, şeker fabrikası kesin­leşti dediler, fakat ne olduysa oldu, kurulmadı." Selim Güngören, Muş’ta çok kişinin parasız olduğunu bir kez daha söyledikten sonra, bu parasızlığın bir başka sonu­cunu da açıkladı: “Parasızlık yüzünden bura­da rüşvet de para değildir” de­di “Yağ, peynir verilir rüşvet diye. Nerede bir boş yer açılsa, belki bir saatte bin kişi duyar. Kim daha çabuk ve daha çok yağ, peynir getirirse, işe o girer.”         Ötekiler ise, gelirler, kah­vede otururlar. Nefislerine engel olabilirlerse, çay içmeden geçirebilirler günlerini kahve­de. Fakat daha fazla dayana­mayıp, bir bardak çay içerler­se, o zaman da ceketlerini kah­venin duvarına asarlar, evleri­ne ceketsiz dönerler. Ceketleri orada kalır, saba­ha kadar, yarına kadar, 40 ku­ruş bulup, kahveciye getirince­ye kadar...” Size bugün yineleyeceğim ikinci yazımın başlığı “Kiralık Ceket, Kravat Var”dır, kendi ise şöyledir: “Her büyük kentin öyküsü, hemen hemen aynıdır. Suyu az­dır, elektriği azdır, hatta havası azdır. Fakat her küçük kentin öy­küsü, kendine hastır. Büyük kentlerde bir gece için gelinlikler, smokinler kira­lanır, bir küçük kentte ise, örne­ğin Kars’ta, beş dakika için ce­ket kiralanır, kravat kiralanır. Ceket, kravat kiralamak, ar­tık bir "İş” olmuştur Kars'ta.  Kaleiçi Mahallesi, Nalbant­lar Sokağı'nda oturan Abdullah Akgün ile, ozan Murat Çobanoğlu’nun kahvesinde tanış­tım. Söyleyeceklerini kelime kelime yazmam koşuluyla içini döktü bana: “Buraların en başta gelen meselesi, masada oturan adamlardır" dedi “Bir insan buraya tayin oldu da, burada bir masa başına oturdu mu, bir haller olur ona. Mesela, karşısında ille de onu ilikli ceketli, boynu kra­vatlı adamlar bekler. ‘Yahu baba, burada ceket hadi neyse ya, biz öyle kravat filan kullanan adamlar deği­liz' desen, sille tokat kovar se­ni daireden. Çaresiz kalıp, hükümet ka­pısındaki kiracılara gidiyor­sun. Beş dakikalığına bir ce­ket, bir kravat kiralıyorsun da, masa başındaki adamı ancak öyle kandırıp, kendinin de adam olduğunu ancak öyle an­latabiliyorsun. Seni sahiden her zaman ceket kravat kulla­nır sanıp, adamdan sayar ve öyle karşısına kabul eder.”  Küçük bir kentin kendine has bir öyküsünü işte o gece öğ­rendim. Abdullah Akgün devam etti derdini dökmeye: “Devlet buralara cekete, kravata bakacak memurlar, uzmanlar göndermesin. Aya­ğındaki çamuru, göğsünde san­ki madalyaymış gibi taşıyacak memurlar göndersin. Bana ‘Fenni gübre kullan' diyor. Fenni gübre kullanmamı istiyorsa, bana ‘Fenni gübre kullan’ deme. Gel, beraber tar­lama gidelim, bana fenni güb­renin nasıl kullanılacağını öğ­ret. Hayvanımı aşılatmamı isti­yorsan, 'Hayvanını aşılat' deme bana. Gel benimle hayvanımın yanına Kendin aşıla. ‘Modern tarım yap' diyor. Ben ne bilirim tarımın moder­nini? Gel tarlama, göster bana. Biz tarım diye ne biliriz ki? Ta­rım diye bizim yaptığımız, ço­cuk doğurtmamız gibidir. To­humu atar, gerisini Allah’a bı­rakırız.” Abdullah Akgün’ün çevresi, gittikçe kalabalıklaştı. Söyledik­lerini, çevresindeki herkes onaylıyordu. "Bulduk ya seni, kolay ko­lay kurtaramazsın yakanı eli­mizden" deyip, devam etti: “Devletin bütçesi benimdir. Yani esasında devlet, benim­dir. Uzman da, benim memurumdur aslında. Maaşını, para­sını ben veriyorum onun. Gidiyorum, ‘Hayvanım hasta’ diyorum. ‘Git ulan ulan, önce taksi tut, son gel bana' diyor. Gidiyorsun, taksi tutuyorsun. Uzman bey taksiyi ka­pıda istediği kadar bekletiyor. Sonra gönlü olunca geliyor, taksiye bindiriyorsun, hasta hayvanının yanına götürüyor­sun. Ayak ücreti diye, bir de para istiyor bizden. Ne yapa­lım? Veriyoruz. Bizi aptal sa­nıyorlar. Fakat biz, akıllı oldu­ğumuz için itiraz etmiyoruz. Hıh. Ceket, kravat varsa adam oluyoruz, yoksa adam olmuyo­ruz. Memurun görevini yapmasından vazgeçtim, bana ben olduğumu tanıtsın, valla­hi başka hizmet istemem on­dan.” Sabah, hükümet binası önü­ne gittim. Hükümet dairesinde işi olan köylülere, içeri girip çı­kana kadar, beş dakikası iki buçuk liradan ceket, kravat kirala­yan üç adam gördüm. Yanlarına gittim. Hemen uzaklaştılar. Benim sırtımdaki ceket­ten, benim boynumdaki kravattan korktular gibi geldi bana...” Bu iki yazımın ikisini de, ondokuz yıl önce yazdım. Bugün canım yazı yazmak istemiyor da, onun için tembel­lik yapıyorum ve onun için bu eski yazılarımı kullanıyorum gi­bi bir düşünce lütfen gelmesin aklınıza. Onsekiz, ondokuz yıl önce, bir gazetecilik görevinin sorum­luluk duygusunu bile gerilerde bırakabilecek denli içtenlikli bir inançla adım adım dolaştığım Doğu ve Güneydoğu Anado­lu’da tanıdığım kişileri, onların içim sızlayarak gözlemlediğim durumlarını bir kez de bugün getirmek istedim dikkatlerini­ze. O yazıları o günlerde okuma­ları gereken kişilere okutama­dık, kendilerine anlatmak iste­diklerimizi o günlerde anlata­madık galiba... Bugün ise geç kaldığımızın kuşkusunun, geç kaldığımızın korkusuna dö­nüştüğünü gö­rür gibi oluyo­ruz, yer yer...

Etiketler:, , , , , , , , , , , , , , , , ,

YASAL UYARI: Bu sitede yer alan tüm içerik, METE AKYOL'a aittir. METE AKYOL'un yazılı izni olmadan, bu içeriğin kopyalanması, imzalı veya imzasız kullanılması, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

Menu Title