17 Ocak 1993
“Devlet Adamı” İsmail…
Doğu ve Güneydoğu sınır boylarımızın sadece görüntüleri değil, öyküleri de değişti, yavaştan yavaştan... Onlar da mı zamana uydular, ne?..
Onlar da insanın göğsünü pek kabartamaz oldular, yüzünü pek güldüremez oldular, insanın keyfine pek keyif katamaz oldular...
Bir köyden ötekine giden çağın
“çerçi”si gezici satıcıların başlarında toplanıp, güle söyleye pazarlık yapan kadınlar toplulukları pek görülmüyorlar galiba, sınır boylarında dizili köylerde...
Kimileri çamaşırlarını, kimileri hatta günlük bulaşıklarını özellikle evlerinde yıkamayıp, köyün orta yerindeki köy çeşmesi çevresinde toplu olarak yıkayarak, bu sevimsiz işi bile zevkli bir toplumsal eğlenceye dönüştüren kadınlar da görünürlerde yok son zamanlarda, sınır boylarında...
Ağrı Dağı' nın eteklerinde, kim bilir ne amaçla dikilen, fakat sonraları unutulup, tek başına kala kalan bir direğin üstündeki yuvasından, kış gelmesine karşın bir türlü kopamayan ve daha sıcak aşağılara gitmemekte direnen leyleği bile evlerinde konuk etmeye çalışan yürekleri yumuşak köylülere de galiba pek rastlanmıyor şimdi sınır boylarında...
“Ben beşi bitirdim...
Hem Türkçe konuşmayı da biliyorum, hem okuyup yazmasını da biliyorum... Onun için öteki karısından daha çok itibar eder bana bizim bey” diyerek, bambaşka duygularla böbürlenen kadınlar da mumla aransalar, bulunamıyorlar galiba artık, sınır boylarında...
Görkeminin tutkunu oldukları
Ağrı Dağı' nı, bu doğa harikasına duydukları hayranlıkla doya doya seyretmeye çıkan baba-oğul görüntüleri de pek çarpmıyor artık, insanın gözlerine...
Ya, ulusumuzun “temsilcileri”? ... Ya, hem ulusumuzun, hem devletimizin “temsilcileri”? ... Ya, o bölgelerdeki adlarıyla
“devlet adamları” mız? ...
Size bugün, işte onlardan birini, sınır boylarında tanıdığım bir "devlet adamı" mızı tanıtacağım.
O
“devlet adamı” mızın öyküsünü anlatacağım size.
Ninelerimizin, dedelerimizin masallarındaki peri kızları kadar uzaklarda oldukları sanılsalar da, bilin ki sadece on-beş yıl ötemizde kalmışlardır,
“devlet adamlarımız” ın böyleleri…
Tuzluca-Iğdır arasında, doğudaki en doğu karayolumuzda gördüm onu. Sekiz on adım solunda, o günlerin
Sovyetler Birliği'nin sınırı uzanıyordu yolla yan yana.
Bizim sınırımızın başladığı çizgide duran topraklarının son adımında
Sovyetler, yüksek bir gözetleme kulesi dikmişlerdi.
Sınırın bizden yana olan topraklarında,
Sovyetler' in gözetleme kulesinin tam karşısında da, bizim de küçük çapta bir kavak ormanımız yükseliyordu ama... Bizim kavakların uçları, karşı tarafın gözetleme kulesindeki pencerelerin önünü kapatabilecek kadar büyüyememişlerdi henüz.
Sovyetler' in gözetleme kulesini de, bizim kavak ormancığını da geride bıraktıktan sonra, uzaktan, arkasından gördüm onu ilk kez.
"Devlet adamı” olduğu, elindeki evrak çantasından ve başındaki “devlet şapkasından kolaylıkla anlaşılabiliyordu.
Otomobilimi yanında durdurduğumda ise onun, posta, dağıtıcısı bir
"devlet adamı" olduğunu gördüm.
Tertemiz bembeyaz gömleğiyle, özenle bağlanmış koyu renk kravatıyla, ütülü ceket ve pantolonuyla, başındaki armalı şapkası ve elindeki körüklü evrak çantasıyla görünümü
eksiksiz bir PTT dağıtım memuru idi.
Ciddi tavırları ve saygılı konuşması da eklenince
İsmail Budak, o günlerde de özlemi duyulan bir
“Devlet adamı” olmuştu, ülkenin bu en uç noktasında.
“Köylere mektup, telgraf, mahkeme tebliğleri götürürüm” dedi
“On iki köye bakıyorum. Ali Kamerli Köyü’nden tutun da, Kuzugüden Köyü’ne kadar on iki köy, benim bölgemdedir.”
İsmail Budak, günde ortalama yirmi kilometre yol yürüdüğünü söyledi.
“Bölgemdeki köylerin çoğu, sınır karayolumuza bağlıdırlar” dedi
“Ben hep bu yolu kullanırım. Gideceğim köylerin yolları, bu karayoluna iner.”
İsmail Budak' la yol kenarında, ayaküstü konuşmamızın uzadığını görünce, yolun öteki bölümünün hemen yanındaki çimleri gösterdim:
“Zaten bu kadar yol yürüyorsunuz, sizi ayakta tutarak bir de ben yormayayım" dedim
"Şurada, çimenlerin üstünde oturabiliriz biraz. Hem konuşuruz, hem de siz, az da olsa dinlenmiş olursunuz."
İsmail Budak benimle birlikte yolun öte yanına, çimli bölgeye geldi, fakat oturmadı.
“Siz buyurun, istirahat edin lütfen” dedi
“Sohbetimize böyle de devam edebiliriz... Ben oturmayayım...”
İçimden de, dışımdan da başladım gülmeye:
“Ben otomobille geliyorum, İsmail bey” dedim
“Bana istirahat ne gerek? ... Asıl siz oturun, siz istirahat edin biraz... Kim bilir şu saate kadar ne kadar yol yürüdünüz, şimdiden sonra da Allah bilir, ne kadar daha yürüyeceksiniz.”
İsmail Budak, tüm ısrarlarıma karşın çime oturmayı kabul etmedi.
Bunun bir çeşit terbiye gereği olduğunu sandım ve ben de kalktım.
Bu kez o bana ısrar etmeye başladı oturmam için... Oturmam için bir eliyle hafifçe omuzuma bastırıyor, ayrıca diller üstüne diller döküyordu.
"Madem siz kabul etmediniz oturmayı, o halde ben de kabul etmiyorum” dedim
“Sizin için ayıpsa, benim için de ayıp, demek ki...”
İsmail Budak, durmamakta ısrar ediş nedenini yanlış anladığımın farkına ancak o an
varabildi:
“Ayıp olduğu için oturmuyor değilim” dedi içtenlikle
“Görevim gereği oturmuyorum... Üzerimde devlet kıyafetim olmasa, sizi bir dakika üzmez, hemen otururdum yanınıza... Fakat lütfen hak verin bana... Devlet kıyafetim var üzerimde...”
Karayolu kenarında olmamıza karşın ne yoldan geçen bir araç görebiliyorduk, ne de çevremizde uçan ya da öten bir kuş duyabiliyorduk.
“Burada ne bir müdür, ne bir müfettiş var, İsmail bey” dedim
“Şurada beş dakika, hadi bilemedin on dakika oturmakla devlete ihanet de etmiş sayılmazsın herhalde...”
İsmail Budak, önleyemediği gülmesini elinden geldiğince frenlemeye çalıştı:
“Müdürlerimden, müfettişlerimden yana bir derdim yoktur, Allah’a şükür” dedi
“Benim derdim, şu arkamdakilerdir... Onlara karşı açık vermememiz gerekir...
Ve başını çevirmemeye özellikle özen göstererek, arkasındaki kulenin varlığını hatırlattı bana:
“Benim tam arkamda, sizin ise tam karşınızdaki o Rus gözetleme kulesini görüyorsunuz ya” dedi
“Oradan dev dürbünlerle bizim her adımımızı, her hareketimizi gözetlemektedirler Ruslar... Onun için işte, o dürbünlerin önünde görev yapan bizlerin, her hareketimize, her adımımıza çok dikkat etmemiz gerekir...”
Böylesi kişiler gördüğüm, böylesi sözler duyduğum anlarımda hep, nutkum tutulmuştur. Yine kupkuru oldu ağzım, yine yumruk yumruk tıkandı boğazım...
İsmail Budak anlatmasını, tüm içtenliğiyle sürdürdü:
“Bu adamların gözleri önünde biz şahsımızı değil, tüm Türkiye'nin memurlarını temsil ediyoruz” dedi
"Bir bakıma, bir mağazanın vitrinindeki kumaşa benzeriz. O mağazanın vitrinindeki kumaş ne kadar kıymetliyse, içerdeki kumaşlar da onun kadar değerli demektir..."
Gözlerimin bir an için giysilerine değip geldiğini gördü:
“
Aynı nedenden ötürü, kıyafetimizin de çok düzgün olması gerekir” dedi
“Bilir misiniz her akşam eve giderim, üzerimdeki devlet elbiselerimi çıkarırım, pijamalarımı giyerim. Karım da, yemeği hazırlamadan bu elbiseleri ütüler, askıya asar. Sabaha kadar kalıp gibi dümdüz olur ceketim de, pantolonum da... Biz bu kuleler önünden geçerken, resmi elbiselerimizin ceketlerinin düğmelerini bile ilikleriz... Şapkamız düzgün, kravatımız düzgün, elbisemiz ütülü olmalı... Ayrıca yürürken, belimiz bükük olmamalı, kamburumuz çıkık olmamalı, ellerimiz cepte olmamalı... Tiryakisi bile olsak, sigara bile içmememiz gerekir Rusların dürbünleri karşısında... Her şeyimiz düzgün olmalı ki, vatanımızı, milletimizi yabancılara karşı düzgün bir şekilde temsil etmiş olalım...
Hayalini bile kuramayacağım örnek bir devlet memuru, mumla arasam bile bulamayacağım örnek bir vatansever kişi, bir anda Hızır gibi karşıma çıkmış, bir metre ötemde, gözlerimin önünde duruyordu.
“Sizi yolunuzdan daha fazla alıkoymayayım” dedi
“Benim de daha gideceğim birkaç köy var...”
Yukarı Çarıkçı Köyü’ne gidecekmiş şimdi.
“Ne kadar uzaklıkta buraya?” diye sordum.
Karayolu’ndan iki kilometre içerde olduğunu söyledi.
“Yukarı Çarıkçı Köyü yolunun, karayoluna indiği yer ne kadar uzaklıkta buradan?”
Sadece dört kilometre ötedeymiş.
“Buyurun arabaya” dedim
“Hiç olmazsa, o dört kilometre uzaklıktaki sapağa kadar götüreyim sizi.”
İsmail Budak, otomobilime binmeyi de kabul etmedi:
“
Hiç zahmet etmeyin, efendim” dedi “Şuracıktadır, köyün yolu... Sadece dört kilometre ötededir...”
Bir kez daha ısrar ettim otomobile binmesi için.
Gözlerini yana kaydırarak, arkadaki gözetleme kulesini işaret etti yine:
“Durduğunuz dakikada olsaydı, memnuniyetle binerdim otomobilinize” dedi
“Fakat dışarı çıktınız, birlikte yolun çimlik bölümüne gittik, beş on dakika kadar sohbet ettik... Bütün bunlar, Rusların dev dürbünleri önünde oldu... Bağışlarsanız, yürüyerek devam edeyim yoluma...”
Birbirimizden ayrılırken içtenlikle sıktığımız ellerimizi,
Sovyetler’ in dürbünleri karşısında birkaç kez abartmalı biçimde salladık ve...
O yolunda yürümeye kaldığı yerden devam etti, ben de otomobilime bindim.
İsmail Budak'ın arkasından hayranlıkla bakakaldım bir süre... Elinde körüklü evrak çantası, başında devlet şapkası, sırtında tertemiz, bembeyaz gömleği, boynunda özenle bağlanmış koyu renk kravatı ve evde eşinin dün gece bir kez daha kalıp gibi ütülediği devlet elbisesinin ceket ve pantolonuyla yolun kenarında ve...
Türkiye'nin doğusunun en doğusunda,
Sovyetler Birliği'nin gözlerinin yirmi, otuz metre önünde dimdik sürdürüyordu, dimdik yürümesini...
Kendilerini yabancılar önünde bir
“Büyükelçi” özeni ve sorumluluğuyla temsil ettikleri yurttaşlarının gözünde ise, hem ne denli gurur verici, hem de ne denli hayret verici bir
" devlet adamı" oluşturuyordu…
Ninelerimizin, dedelerimizin masallarındaki peri kızları kadar uzaklarda oldukları sanılsalar da, bilin ki sadece on beş yıl ötemizde idiler
"devlet adamlarımız" ın böyleleri…
“Çağımızın ilerleyen yıllarında” ise, Doğu ve Güneydoğu sınır boylarımızda bu görüntüler de, bu öyküler de, yerlerini bambaşka görüntülere, bambaşka öykülere bıraktılar, kendileri de yok oldular, bittiler, kül oldular...
O bambaşka görüntüler ve o bambaşka öyküler ise, insanın göğsünü pek kabartamadılar, yüzünü pek güldüremediler, insanın keyfine pek keyif katamadılar, tümümüzü izlemeye devam ettirdikleri o
“oldu bitti" lerinde...
Etiketler:Ağrı Dağı, devlet adamı, doğu, dürbün, köy, mektup, memur, müdür, ptt, rus, Türkçe