24 Kasım 1991
Kim kazanıyor bu seçimleri gerçekte?
Politikada hiç kimsenin, hiç kimseye
"Oooo... Sen neymişsin be abi” diyerek takdir duygularını belirtmesi hem düşünülemez bir olaydır. Olmazlık derecesi böylesine yüksek olduğu için de hiçbir partili, böylesi bir siyasal güzelliği doğal bir davranışla, başka partiliden beklemez.
Ve hakettiğine inandığı takdiri başka bir partiliden alamayacağını bilmesinden ötürü de bu takdirini kendi kendine yapmaktan da çekinmez.
Genel Başkan Süleyman Demirel başta olmak üzere tüm
Adalet Partili’ler,
10 Ekim 1969 günü yapılan genel seçimde 256 milletvekilliği kazanarak seçim rekoru kırmakla kalmadılar, aynı günün gecesi tüm kadrolarının üç vardiya çalışmasıyla
"Kendi takdirini kendin yap" üretiminde de bir rekor kırdılar. Seçim sonucunun alındığı o gece
“Oooo... Biz neymişiz be abi" takdirini sundular birbirlerine.
“Devlet Planlama Teşkilatı o yıllarda henüz
“Milleti Planlama Teşkilatı" kimliğine bürünmemiş olduğundan,
TRT’nin
“Ankara Deneme Televizyonu” tüm millete değil, milletin sadece Ankara sınırları içinde yaşayan bölümüne yayın yapabiliyordu. Biz de Ankara sınırları içinde yaşayan ne mutlu bir azınlığa mensup olduğumuzdan, o gün yapılan genel seçimlerin sonuçlarını televizyonlarımızdan dakika dakika izleyebiliyorduk.
Beynimin marş dinamosunun çalışmaya başladığı ender anlarımdan birini yaşayıverdim bir an için ve... Yıldırım gibi
İzzet S. Sedes’in
odasına koştum:
“Baba, izin ver de..."
İzzet S. Sedes bizim gazetenin Ankara Temsilcisi, bizim de şefimizdi. Asla kendinin yaşı ve bizim yaşımız nedeniyle değil, mesleksel geleneğimiz ölçüleriyle hakedişinden ötürü bu mesleksel rütbenin sahibi olmuştu.
Bizi, kül yutmadığına içtenlikle inandırmaya çalışırdı ama... Bunu başaramadığını da içtenlikle bilir ve bilmezlikten gelirdi.
“Baba izin ver de...” diye odasına heyecanla dalışımda, burnuna yine bir kül kokusu geldi
"Bırak şimdi kaytarmayı...” dedi
“Seçim gecesi izin fi
lan olmaz... Geç telefonunun başına, şu anda hatta Muş muhabiri var... Sayımı yapılan ilk on sandığın sonucunu bildirecek..."
Muş muhabirini dinleyecek halde değildim. Fakat kendimi de yeni bir itirazla karşılaşmadan anlatmam gerekiyordu.
Bir solukta dedim diyeceğimi:
"Baba sen izin ver de bir çırpı İsmet Paşa’ya gideyim" dedim
“Eminim o da evde televizyondan izliyordur sonuçları...”
Baba’ nın burnundaki kül kokusu gitti, onun yerine
“işte tam okunacak röportaj" kokusu geldi.
Bendeki heyecan tümüyle ona geçmişti:
"Haydi, hemen fırla" dedi. “Fotoğraf makineni almayı unutma... Seçim sonuçlarından sonra okunacak tek yazı bu olur yarın...”
Odasından fırlar fırlamaz, sanki birşey unutmuşum gibi yaptım, geri döndüm
“Muş muhabirini unuttum, baba" dedim.
“İstersen önce Muş’taki o on sandığın sonuçlarını alayım, sonra gideyim İsmet Paşa'ya...”
Meslekteki en keyifli anlarım, böylesi durumlardaki şımarıklıklarım olmuştur hep.
İzzet S. Sedes'in masasından fırlayıp, şayet yakalayabilirse tabii, beni elleriyle boğmak kasdiyle üzerime gelişi şimdi bile gözlerimin önündedir.
Pembe Köşk'ün kapısını açan hizmetkar
, İsmet İnönü’nün tüm aile bireyleriyle yemekte olduğunu söyledi. Burada da tuttu şımarıklığım
“Sen git haber ver, benim geldiğimi" dedim
“Aileden birini yemeğe çağırmayı unutmuşsunuz de..."
Sonra birden kendime geldim
"Bırak bunları demeyi, karıştırırsın filan... Sonra herşeyi berbat edersin” dedim ve bir kartvizitimi verdim:
"Bu kartı İsmet Paşa'ya göster ve içeri gelmek istediğimi söyle...” Hizmetkar, yarım dakika kadar sonra, beklediğim yanıtla döndü
"İçeri buyurun... Sofrada bekliyor sizi...”
Atatürk tarafından özel olarak yaptırılan ve
İnönü Ailesi ne
"Yeni ev hediyesi” olarak gönderilen yemek masası, kalabalık davetlilerin olduğu akşamlardaki gibi kanatları açılarak uzatılmıştı.
Mevhibe Hanım'ın
elini öptüm,
İsmet Paşa’nın elini öptüm, yüzünü yakından, kendisini ise canlı olarak ilk kez o akşam gördüğüm
Erdal İnönü’yü
ve ailenin tüm bireylerini, başımla selamladım
İsmet İnönü'nün işaret ettiği yanındaki sandalyeye oturarak, aile sofrasındaki yerimi aldım.
Tam karşımızda kocaman bir televizyon duruyordu ve ekranda çeşitli illerden gelen seçim sonuçları birbiri ardısıra görünüp, görünüp kayboluyordu.
Yemekten sonra büyük bir üzüm salkımı getirildi önüme.
İsmet İnönü tabağımdaki üzümü işaret etti:
“Onu yiyeceksin" dedi.
Üzümü yemeye dünden hazırdım ama... Gözümü televizyon ekranından ayıramıyordum ki... Ben de ekranı işaret ettim
“Sonuçları nasıl buluyorsunuz, Sayın Paşam?" dedim.
Tabağından alıp, elinde tuttuğu salkımından taneler koparıyor, ağzına atıyordu:
“Yarış yapılıyor... Her yarışta olduğu gibi bu yarışta da kazanan olacak, kaybeden olacak...” dedi ve bir soru da kendi sordu:
"Soruna cevap verdim mi?”
Soruma bir cevap vermişti ama... Benim beklediğim cevap değildi, bu.
Bir gazeteciye verilecek cevaptan çok, bir diplomata verilecek cevaptı.
Bir gözüm ekrandaki sonuçlarda, bir gözüm
İsmet İnönü’nün yüzündeki ifadedeydi. Ekranda yeni bir sonuç yer alıyordu
"Filanca yer: Açılan sandık sayısı: 500. Adalet Partisi: 40.000, Cumhuriyet Halk Partisi: 3500."
İsmet Paşa’nın
yüzüne bakıyorum, en ufak bir üzüntü yok. Az da olsa, birkaç yerde Cumhuriyet Halk Partisi 300, belki de 500 farkla önde gidiyor. Paşa'ya bakıyorum. Sevinç, memnuniyet ifadesi de yok yüzünde.
Adalet Partisi'nin büyük farkla önde olduğu sonuçlarda da
"kale” diye bilinen birkaç ilde ise Cumhuriyet Halk Parti’ sinin az farkla da olsa yarışı önde götürdüğü sonuçlarda da
İsmet İnönü'nün
fotoğraflarını çekiyorum. Aynı amaçlı üç dört sorumu yine diplomatmışım gibi yanıtladıktan sonra birden oğlumun adını sordu.
"Ufuk idi, Sayın Paşam..."
Yaşını da sordu.
"Üç buçuk oldu. Sayın Paşam.”
Atlı Spor Klübü’nde bir hafta önce onu kucağına oturttuğunu, sevdiğini, okşadığını, kulağını çektiğini hatırladı:
"Resimlerimizi çekiyordun o gün" dedi.
"Bari iyi çekebilmiş misin?”
Yanıtımı beklemeden bir soru daha sordu:
"Elektrikli tren aldın mı Ufuk için?"
Haydaaa...
Ufuk’tu, elektrikli oyuncak trendi, sırası mıydı şimdi bunların?
Bir yandan bunları düşünürken, bir yandan da
"Bu soruların altından bakalım kuş mu çıkacak, civciv mi çıkacak'' diye meraklanarak, almadığım oyuncak treni almış gibi yaptım. Paşa’nın sorusunu beyaz bir yalanla yanıtladım:
"Aldım, Sayın Paşam...” dedim.
İsmet Paşa'nın soruları bu kez makineli tüfek ateşi gibi birbiri ardı sıra gelmeye başladı:
"Rayları evde yere dizip, üstünde trenlerinizi yarıştırıyor musunuz oğlunla?”
Evde tren yok ki yarıştıralım. Fakat bir kez
“Var” dedik ya… Bakalım hangi istasyonda duracağız. Çaresiz, beyaz yalanımı sürdürdüm:
"Yarıştırıyoruz, Sayın Paşam...”
“Pekiii... Oğlunun treni senin trenini geçince kızıyor musun?"
“Hayır.
”
“Pekiii... Senin trenin onun trenini geçince…
“Hayır.”
Paşa'nın yüzünde birden, kişilere birşeyler öğrettiği o anlarda ki ifade geldi:
"Senin için gerçek kazanmak, bir evinin olmasıdır, bir ailenin olmasıdır, bir oğlunun olmasıdır ve onunla mutlu bir ortamda oynuyor olabilmendir."
Sustum, bu dersin gerisini bekledim.
İsmet Paşa gerisini de getirdi sözlerinin:
"Bu seçim yarışında Adalet Partisi’nin önde koşması beni üzmeyeceği gibi, geride kalması da sevindirmeyecektir" dedi.
“Cumhuriyet Halk Partisi'nin önde koşmasıyla, arkada kalması da benim için farketmiyor...”
Şöyle toparladı sözlerini:
"Benim için gerçek kazanmak, memleketin bir demokrasi nizamı içinde, demokrasi kuralları içinde bir seçim yapabilmiş olmasıdır” dedi.
"Oğlunla tren yarıştırdığında, hanginizin treninin ötekinin trenini geçmesi önemli değilse, aynı şekilde bir seçimde de herhangi bir partinin öteki partiyi geçmesi o kadar önemli değildir. Demokrasi kuralları zedelenmeden yapılan her seçimde asıl kazanan, memleketin kendisidir."
Tabağımdaki üzümün yarısından fazlası duruyordu. İtiraf edeyim,
Paşa’nın
sofrasındaki üzümü de, yerimi de olduğu gibi bırakmaya hazırdım. İşte böylesine anlarda kendimi hep, yakalayabileceği en büyük balığı yakaladığını gördükten sonra, denizlerin tüm balıklarına sırtını çevirip, kendini en kısa sürede karaya atmaya can atan balıkçıya benzetiyorum. O gece de öyle yaptım
Mevhibe Hanım'ın
ve
İsmet İnönü'nün
ellerini öptüm, ailenin, masanın çevresindeki tüm bireylerini başımla selamladım ve kendimi en kısa sürede karaya attım.
Bizim
“kara”mız daktilomuzun başıdır.
11 Ekim 1969 günü tüm gazeteler, bir koro düzeni ve bir koro birlikteliği içinde
“Adalet Partisi’nin ezici zaferini ve Meclis’te 256 sandalye kazandığını" müjdeliyorlar iken...
Bizim gazetenin bir bölümünde
İsmet İnönü, yemek sofrasında birkaç saat önce çekilmiş fotoğrafının da yer aldığı bir çerçevede, seçimin gerçek sonucunu açıklıyordu.
Etiketler:11 Ekim 1969 gazetesi yazısı, demokrasi, ezici zafer, gazetecilik, İsmet İnönü kimdir?, İsmet Paşa yemek sofrasında, karaya çıkmak, Kazanan kim, kazançlı çıkmak, memleketin kazanması, Mete Akyol’un seçim röportajı, politika, Seçim sonuçları, seçimi kim kazanır?