15 Mart 1992

İran Şahı meteliğe kurşun atıyordu

Amerika’nın, dünyayı demokratikleştirme hayallerini gerçek­leştirmeye henüz kalkışmadığı yıllardı, o yıllar. Krallıkla ya da dik­tatörlükle yönetilen ülkelerden yükselen seslerin Amerikan kulaklarınca he­nüz duyulamadığı, aynı ülke­lerdeki kimi insan manzaralarının Amerikan gözleri tara­fından henüz bugünkü netlik­le seçilemediği o yıllarda... Amerika, president’iyle, bakanlarıyla ve hatta halkıyla, de­mokratik bir ülke ile bir krallık ve bir diktatörlük ülkesi üçlü­sünün dostça geçinmelerine as­la aldırış etmiyordu. Hele hele, her biri ayrı telden rejimler çalan bu üç ülkenin bir araya gelip, üstelik amacı kal­kınma da olan, bir “teşkilat" kurmalarına bile ses çıkarmı­yordu. Güçlünün güçsüze kafa tut­madığı, demokrat olanın de­mokrat olmayanın işine burnu­nu sokmadığı kuzu kuzu bir dö­nemdi, sakin sakın bir dönemdi, o dönem... Adlarının baş harflerinin el ele tutuşmasıyla olduğu kadar, var­lıklarıyla da birer “tip" oluştu­ran Türkiye İran ve Pakistan, yeryüzünün ve Amerika'nın bu kuzu kuzuluğundan, bu sessiz­liğinden yararlandılar ve... Sanki kendi kalkınmalarını tamamlamışlar, unlarını ele­mişler, eleklerini tavana asmış­lar da, şimdi de boş zamanlarını değerlendirecek çalışmalar pe­şinde koşturuyorlarmış gibi, bölgelerinin kalkınması için bir işbirliği teşkilatı kurdular. İçinde, "daha yapacak çok işler var" anlamı taşıyan "Kal­kınma İçin Bölgesel İşbirliği" adıyla, kendi kabuğu içinde, kendi kendini gururlandıran ve kendi kendiyle gururlanan bu teşkilat, yaşama geçtiği bölgede genellikle, İngilizce adının baş harflerinden oluşan “RCD" kod adıyla tanınıyor ve anılıyordu. RCD Teşkilatı, devlet başkanları ve başbakanlar düze­yindeki yıllık toplantısını her mayısta, içlerinden birinin gü­zel bir kentinde yapmayı gele­nek haline getirmişti. Doğanın kış uykusundan uyanıp, yaza başlamadan önce­ki geriniş döneminin bu en çe­kici ayında, Türkiye de, İran da, Pakistan da, kuşkusuz bir başka güzellikte oluyordu. Kim bilir, belki de bu nedenle­dir, üye üç ülkenin üçü de RCD'nin yıllık toplantılarına, devlet başkanından, dışişleri­nin en kıdemsiz memuruna kadar, tek eksiği olmaksızın katılmayı da gelenek haline getirmişlerdi. İzmir'de düzenlenen 1970 Mayısının RCD toplantısına da üye tüm ülkeler, kendi oluşturdukları gelenekleri gereği, yine full kadrolarıyla katılmışlardı. Bir askeri müdahale sonucu Pakistan’ ın başına gelen Yahya Han Paşa, ülkesinin RCD İzmir toplantısına katılan heye­tine de başkanlık ediyordu. İran heyetinin "tepedeki yıldız"ı ise, dünya yüksek sosyetesinin o yıllarda henüz gözlerden ve gönüllerden düşmemiş, "açık çikolata renkli" kralı, Rıza Şah Pehlevi idi. Ev sahibi Türkiye’ de "Bir, iki ve gerideki" düzeniyle yer almıştı toplantıda. Düzende "bir” diye anılan en ileri hatta, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay bulunuyordu. Sistemin “iki" ile belirtilen mevkiinde, yirmi iki yıl önceki o günlerde de Başbakan olan şimdiki Başbakan Süleyman Demirel ve Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil sıra­lanmışlardı. "Gerideki” hatta ise Dışişleri Bakanlığı’ nın, bir yıl önce tatil yapamamış ne kadar memuru varsa, onlar yer almışlardı. İzmir'in o yıllardaki en gözde oteli Büyük Efes’in teras katında, kapalı kapılar ardında oynanan "maç”, genellikle oyuncuların sıfatlarından kaynaklanan “milli”lik özelliğine karşın, halk arasında yine de, bir mahalle maçı kadar bile heyecan yaratmıyordu. Oysa her üç ülkenin basını da, diplomatlarından geri kal­mamış, RCD toplantısını izle­me görevini, basın da full-kadrosuyla yerine getirmeye kal­kışmıştı. Bu heyecansız maçta hangi oyuncunun nasıl oynadığı, hat­ta maçın sonucu bile, aslında basının umurunda değildi. Bu toplantının basınımızı ilgilendi­ren tek konusu, İran Şahı Rıza Pehlevi idi. "İzmir’li gazeteci arkadaşla­rın çoğu İngilizce bilmiyor” dedi Mehmet Ali Birand “Var mısın ikimiz birlikte Şah'ı ma­kasa almaya?” Şimdilerde, sinema yıldızları­nı gerilerde bırakacak derecede bir üne sahip olan televizyon yıldızı Mehmet Ali Birand, o günlerde yeni yeni filizlenmeye başlayan “parlak istikballi" gencecik bir muhabirdi. O yıllarda Hürriyet gazete­sinde birlikte çalıştığım ve İz­mir'deki RCD toplantısını izle­mek üzere Ankara’ dan birlikte geldiğim foto muhabiri arkada­şım Sökmen Baykara'yla da bir anlaşma yaptım. "Sen makinene 28 milimet­relik objektifini takıver ve ben Şah’la konuşurken sen de be­nim tam omuzumun dibinde hazır ol” dedim “Ben Şah’a ka­famdaki o sorumu sorunca, hemen yana dönüp, kendimi arkaya atacağım ve senin önü­nü açmış olacağım. Göz açıp kapayıncaya kadar bir süre sonra, Şah'a yapışırcasına yaklaşacağım ki... Aynı pozu başka arkadaşlar yakalama­sınlar. Tamam mı, Sökmen’ciğim?” Planlarımızı yapıp, anlaşma senaryomuzu, tamamladığımız­da, Sökmen mesleksel sevgisi ve coşkusuyla yine hem çocuk­laştı, hem delikanlılaştı. “Merak etme, sen" dedi sa­dece ve... Beklemeye başladı. Yalnız Sökmen’ in mi?.. Büyük Efes Oteli'nin toplantı sa­lonunun kapısı önündeki avuç içi kadar boşluğu tıklım tıklım dolduran biz kimbilir kaç gaze­tecinin de sabırsızlıkla beklediği an geldi. İran Şahı Rıza Pehlevi, top­lantı salonu kapısından çıktı ve kendini bir anda, üç dört sıra kalınlıktaki bir gazeteci çembe­rinin ortasında buldu. Çemberin ilk halkasında Mehmet Ali ile ben, Şah’ la bu­run buruna yakınlıktaydık. Mehmet Ali, devlet başkanı büyüklerin her söyledikleri sö­zün doğru olduğuna o yıllarda da inanırdı. Onun için saf saf sordu: “İran'dan Türkiye'ye petrol nakledecek boru hattının kurulması konusunda kesin bir karara vardınız mı, Majeste?” Şah bir şeyler söyledi, ben not ettim... Sonra ben sordum, bu kez Mehmet Ali not etti Şah’ ın söylediklerini ve... Sıra, doksanıncı dakika golü atmaya geldi. “Size özel bir soru da sorabi­lir miyim, Majeste?” dedim. Şah, hafifçe tebessüm ede­rek yüzümü süzdü: "Sorunuzun ne kadar özel olduğuna bağlıdır bu" dedi. Bu kez ben tebessüm ederek baktım onun yüzüne: “Merak etmeyin, Majeste” dedim "Sorum, kolaylıkla ya­nıt verebileceğiniz kadar özel­dir.” "O halde sorun... Bekliyo­rum." "Madem bekliyorsun, öyley­se al” dedim dersem, yalan olur. Hiç öyle şey söylenir mi bir Majeste'ye?.. Öyle şey demek yerine, sorumu sordum açık açık: “Cebinizde ne kadar para­nız var. Majeste?” dedim, damdan düşercesine ve... Şah iki elini de pantolonu­nun ceplerine soktu, boş ceple­rini dibinden tutup, dışarı çı­kardı... Ben de, hızla yana açıldım, arkamda kim var, kim yok aldırmaksızın, geriye doğru bir adım attım ve böylece omuz başımdaki Sökmen’ in önünü açmış oldum. “Haydi Sökmen” diyerek verdiğim işaretim havada kal­dı. Ben ağzımı açarken, Sökmen Baykara'nın flaşı çoktan parla­mış, görevini yapmış ve şimdi de sönmüştü bile. Tüm bu olup bitenleri Erol Simavi, meğer bir köşeden seyrediyormuş. “O anın fotoğrafı yoksa, seni de, Sökmen’i de vururum” de­di bana. Erol Simavi, asla "Hürriyet patronu” olarak değil, bir mes­lek ağabeyi sıfatıyla konuşu­yordu ve böylesi anlarda freni tutmayan mesleksel lisanımız­la, sadece meslekdaşlarımızın anlayabilecekleri mesleksel coşkusunu ifade ediyordu. Oh… Aranan, beklenen fotoğ­raf nihayet elde edildi. Sökmen'le koşa koşa Büyük Efes Oteli’ ne gittik, Erol Simavi’yi bulduk: “İşte fotoğraf, efendim” dedik. Erol Simavi fotoğrafa bak­tı, ikimizi de kutladı: “Şimdi zaman kaybetme­yin, hemen İstanbul'a geçin bunu” dedi “Muammer Kaylan, telefotonun başında bu fotoğrafı bekliyor.”  "Başüstüne” deyip yanın­dan ayrılırken, Erol Simavi bir talimat daha verdi: "Telefoto geçmeniz bittik­ten sonra, ikiniz de meyha­neye gelin” dedi “İkinizi de meyhanede bekliyorum.”  “Meteliğe kurşun atan İran Şahı”yla ilgili röportajı­mızı ve fotoğrafımızı Hürriyet'in İstanbul merkezine geçtikten sonra, Sökmen’ le birbirimize bakıştık: “Erol Bey bize meyhaneye gelin dedi ama meyhanenin adını söylemedi” dedik birbi­rimize “Koskoca İzmir'de kimbilir kaç tane meyhane vardır...” İstanbul'daki Genel Yayın Müdürü’ müzden öğrenebil­dik ancak, Erol Simavi’nin İzmir'de o gece gittiği mey­haneyi... Büyük Efes Oteli'nin alt katındaki gece klübünün adı "Meyhane” imiş meğer. Meyhane’ nin en görkemli masasında Erol Simavi' yi sa­dece Sökmen’ le benim değil, soğutulmuş Fransız şampan­yasıyla leblebi iriliğindeki İran havyarlarının da beklet­tiğini gördük. Biz, RCD'yi zaten pek umursamıyorduk. İzmir’e Şah için gelmiştik. Meyhane'de Erol Simavi'ye bir ara dikkatle baktım. O. Şah'ı da umursamıyordu. Meslekdaşı iki gazeteciden başka kimseyi gözü görmüyordu o gece, gazetecilikten keyif almasını bilen o gazetecinin…

Etiketler:, , , , , , , , , ,

YASAL UYARI: Bu sitede yer alan tüm içerik, METE AKYOL'a aittir. METE AKYOL'un yazılı izni olmadan, bu içeriğin kopyalanması, imzalı veya imzasız kullanılması, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur.

Menu Title